Sanat olup olmadığı halen tartışılan fotoğrafın, sanat olduğu apriori belirlenen sinemanın kökeni olması ilginçtir.
Sanatlılık tartışmasında, fotoğrafın bir an'ı dondurmakla kendisini o anın dışında yapılabilecek bir müdahaleye kapatması; sinemanın ise kendisini birbiri ardına akan (ardışık) görüntülerin hareketi (yanılsaması) olarak sonradan yapılabilecek bir dizi müdahaleye (montaj) açması ve evvelinde mutlaka bir kurguyu (hikaye/senaryo) zorunlu kılması, bunun da insan marifetiyle, hüneriyle bağdaştırılması gözetiliyor olmalıdır.
Öte yandan 1826 yılında icat edilen fotoğraf, degerreyoti tekniğine ulaşıldığında(1839) resmileşti ve ilk sinema filmine köken oluşturması, diğer bir söyleyişle ilk sinema filminin halkla buluşması ise onun icadından 56 yıl sonra gerçekleşti.
Bu 56 yıllık sürede Fransız ressam Courbet gerçekçilik akımına öncülük etti; Flaubert Madam Bovary'siyle o akımı resimden edebiyata taşıdı. Baudelaire, Castagnary gibi sıkı eleştirmenler de yazılarında gerçekçiliğe tabi sanatsal çalışmaları eleştirel ve teorik düzeyde destekleyerek, kırılması ancak benim gençlik yıllarımda mümkün olabilen sanatın yeni kutsal kasesini ürettiler. Böylece gerçeklik meselesine görüntü kaydıyla (an'ın dondurulması) kaynak oluşturan fotoğrafın üstüne insan elinden çıkan resim ve edebiyat katmanlarının baskın bir şekilde binmesiyle fotoğraf sanat bağlamında muhtelif kuşkular da yüklenerek geriye itilmiş oldu.
Fotoğraf-sinema-sanat ilişkileri konusunda daha fazla bilgi edinmek isteyen okurlarımıSiegfried Kracauer'in Film Teorisi (1960) adlı eserine yönlendirerek, önceki yazımda işlemeye başladığım, Holokost endüstrisinde sinemanın kullanılışına ve bu bahiste verdiğim Matrix örneğine dönmek istiyorum.
Lana veLilly Wachowski'nin yönettiği (1999), başrollerini Keanu Reeves, Laurence Fishburne, Carrie-Anne Moss, Hugo Weaving'in üstlendiği Matrixfilmi, her şeyden önce "Makinenin yapacağı işi insana vermeyeceksin" repliğinin de ifade ettiği üzere, yeni bir Kudüs vizyonu açmayı, böylece Tanrısız bir kurtuluşun mümkün olup olmadığını sorgulamayı ve ilkini vurgulamayı; sekülerleşmeyi modernizmin hem bir zorunluluğu hem de sabit bir istikameti olarak negatif teolojinin içine çekmeyi hedefliyor ve bu maksatla paganist mitolojiyle Yahudi-Hıristiyan ve Hindu ilahiyatının temel kavramlarından oluşan bir senteze yaslanıyordu.
Bu senteze şu üç isimden bakacak olursak: Neo (Keanu Reeves) ismi, söz konusu bağlamda yenilik, yeniden doğuş manasının yüklendiği yeni bir Mesih'i (Hz. İsa) temsil ederken, onun varlığına bitişik olan gnostik, aydınlanmacı bir yolculuğu ve Nirvana hedefini işaret ediyor; Yunan mitolojisinderüya tanrısı olan Morpheus (Laurence Fishburne), (Hıristiyani) Hz. Yahya'nın Hz. İsa ile ilişkindeki seçkin rolleri bir bir üstlenirken, adıyla Teslis'e göndermeden bulunan Trinity (Carrie-Anne Moss) ise kurtarıcın kurtarıcısı olarak aşkınlığın muhtemel sınırlarını kat ediyordu.
Matrix'in kurgu ve montaj ilişkisi ise sinemada bir devrim niteliğindeydi. Burada montajdan neyi kastettiğimizi, basit bir örnek üzerinden iletelim:

6