Heidegger, önceki yazımızda naklettiğimiz sözlerini, eserin varlığının bir dünya kurmak demek olduğuna da işaret ettiği şu cümlelerle tamamlar:
"Kurmak şudur: Eserin teşkili niçin kutsayan ve öven bir kurmadır Nedeni eser kendi varlığında bunu istediği için. Eser nasıl bu tür teşkil sistemine ulaşır Bu, eser varlığında teşkil edici olduğu için. Eser eser olarak neyi teşkil eder Eser kendi içinde yükselerek bir dünya açar ve bunu da kalıcı kılar.
Eser varlığı demek bir dünya kurmak demektir. Bir dünya ne demek Bu tapınak konusunda ima edildi. Dünyanın özü buradan gitmemiz gereken yolla gösterilir. Bu gösterme, öz bakışı yanıltan savunmayla sınırlanır.
Dünya, mevcut sayılabilir ve sayılamaz, bilinen ve bilinmeyen nesnelerin öylesine toplamı değildir. Dünya kafadan uydurulmuş, mevcutlara eklenmek üzere tasarlanmış bir çerçeve de değildir. Dünya dünyada bulunur ve bizim gizli gizli yurdumuzda hissettiğimize inandığımız dokunulabilir ve işitilebilir olarak var-olandır, Dünya önümüzde duran ve kendisine öylesine bakılabilen bir nesne değildir. Ölüm ve doğum, rahmet ve lanet bizi varlığa götürdüğü sürece, dünya kendisine tabi olduğumuz genellikle nesneyle alakalı olmayandır." (Sanat Eserinin Kökeni, trc.: Fatih Tepebaşılı, De Ki, Ankara 2011)
Heidegger'in bu sözlerinde maddi olandan (mabet, eser, yapı), manevi olana (manaya, anlamaya, bir dünyaya kurmaya) yatay bir geçiş vardır, her ne kadar o bizim kastettiğimiz anlamda mana kelimesinden uzak durmaya çalışsa da.
"Bir cami neleri kuşatır" sorusunu cevaplamak için çıktığımız bu yolda, biz inancımız gereği madde ve mana ayrımına düşmeyeceğimiz için Heidegger'in eser olmaklığı bir dünya kurmaklık olarak görmesini esas alıp, onun dünya ile yeryüzü arasındaki meşhur ayrımını paranteze alarak, madde ile mananın iç içe geçtiği ya da birinin diğerini düşünmeyi zorunlu kıldığı bir cami örneği üzerinden yürüyebiliriz.
Örneğimiz, banisi Hz. Ukbe b. Nâfi'nin (r.a.) adıyla da anılan Kayrevan Cuma/Ulu Camii'dir. Örnek olarak onu seçmemizin nedeni özellikle yeni bir şehrin öncülü olan camilerde görülebilecek madde ile mananın cilveleştiği bir ibadetgah olmasındandır.
Bu sütunda daha önce yer alan ilgili yazılarımda da belirttiğim gibi, Farsça kervansaraykelimesinden türetilenKayrevan, İslam fetihlerinin başlangıcında kurulan Basra (635-638), Kufe (635-640) ve Fustat'tan (643) sonraki dördüncü, İfrîkiyya'daki ilk İslam şehridir.
Peygamberimiz Aleyhisselam'ın sahabelerinden, Mısır FatihiAmr b. As'ın yeğeni (amcaoğlu) Ukbe'nin 670 yılında ordugâh – şehir olarak kurulmuş Kayrevan'ı taçlandıran mekan ise şimdi Sidi Ukbe olarak anılan mescittir.
İbnü'l-Esîr "el-Kâmil fi't-târîh"inde Kayrevan'ın kuruluşu ve Ukbe Mescidi hakkında şu bilgileri vermektedir:
"…Buranın halkı kendilerine gelen bir komutana hemen itaat eder ve İslâm'a girerlerdi. Ancak bu komutanlar buradan çekilince bu itaatlerini reddeder ve İslâm'a girenleri de dinlerinden geri çevirirlerdi. Sonra Ukbe buradaki yerli halkın sürekli isyanlarından kurtulmak ve Müslümanları emin kılmak için Müslüman askerlerin karargâh edinecekleri bir şehir yapmayı düşünmüş ve bunun için de bu günkü Kayrevan şehrinin bulunduğu yeri seçmişti. Burası son derece sık bir ormanlık olup aslan, yılan, çıyan ve benzeri zararlı hayvanlar ile dolu idi. Ukbe duası makbul bir Müslümandı. Allah'a dua ederek buraları bu zararlı hayvanlardan temizlemesini niyaz etmiş, sonra (ordusunda yer alan altı ya da yedi sahabeyi de yanına almak suretiyle) onlara seslenerek şöyle demişti:

5