Çok sevdiğim bir çiçek var. Adı diken gülü. Euphorbia Milii yanında dikenler tacı diye de anılıyor. Beyaz sarısı gömlek düğmesi benizli, etli ve göz içinde göz çiçekleriyle körpe ten çekiciliğinde. Sadece yüzüne bakmaya değil çiçek içinde çiçeklenen cilvesine de doyamayacağınız türden. Hele pembe kırmızılar yeşil yaprakların sinesinden göz kırpıp gülümserse ne yapacağınızı şaşırırsınız. Uzun, dar dilli yapraklar, şuh salınışlar görünsün diye var sanki. Bütün bunlar bir yana saksının toprakla buluştuğu gövdeden basamak basamak yükselen keskin ve sivri dikenler yok mu Dikencik değil de kelimenin tam manasıyla birer teyakkuzdaki güvenlik korucusu gibi ileri atılan, gergin dikenler, insana birden 'nasıl oluyor' sorusunu sorduruverir. Bütün bu renk, eda, biçim ve duygu armonisi arasında bu sarp ve dikenli gövdenin anlamı ne Yoksa kötülük dedikleri şey de insanın ırasında salt güzel ve iyi fark edilsin diye mi var Yüzüne bakmaya doyamadığımız ölse yasını tutacağımız insan nasıl olur da kan döker Yoksa bu dikenler kırmızının kanı uğruna mı var
Bundan neredeyse bir üç on yıl evvel Karadeniz'in akılçelen doğasında yol alıyor o sudan bu köprüye geçiyor, yağmurla gökkuşağı arasında gidip geliyorduk. Sicim sicim ipek dökümlü şelaleler her bir yandan süzülürken insana faniliğin değil aşkın ebedi olduğunu telkin eden kimi kalelerin burçlarına oturuyorduk. Çılgın bir şiir mayasının içinde çalkalanıyordum ben de. Bir balık ağzının değdiği çakıl taşında varlığın müjdesini seziyordum. Etrafım tuhaf bir göz çemberiyle çevrilmişti o zamanlar. Bunu hissediyordum. Şiir kuşu beklenmedik dala konuyor umulmadık yerde rüyama konuk geliyordu. Dillere destan bir Karadeniz yaylasına gece yarısı varmıştık. Tabiattaki neşenin başı dönmüştü geceden. Yön dahil bütün eşya rüyada uyumuştu. Gecenin örttüğü dolgun sis damlacıkları etraftaki bütün sesleri göğsünde yumuşatıyordu. Oysa ben hissediyordum etrafta vahşi bir ayak izi dolaşıyor varlığın hallerini sigaya çekiyordu. İliklenen düğme gibi yumuşak fakat bedenin düğümlerini ihbar eden dokunuşları vardı.
Hiçbir zaman hiçbir şeye bana ne demeyen mizacım, sabahın kayıp ipini arıyor, arkaik su seslerinin güneşinde yıkanmak istiyordu. Aşk meçhulun bütün kaftanlarını kuşatmış ölümcül buyruklarını vermeye hazırdı. Eğer gaipten bir ses beni çağırsaydı onu bir nebinin müjdesi sayıp peşinden yürürdüm. Fakat sabah. Hemen her arızaya şifa olan sabah. Aziz Mahmut Hüdayi'i yaratan sabah! İnsanlar vakti bir horoz dövüşüne tabi tutsalar bile içimdeki şevk asla yenilmeyecekti. Yorgunluğun tesiriyle bitap düşüp sabah gözlerimi açtığımda kainatın çiçek olup saçaklandığını görmüştüm. Çiçek, çiçek. Mor, sarı, beyaz, kırmızı, urgan gerilimi moru, limon ağacı parlak yeşili. Aklın ve hayalin yetmedi renkbilim ve folklorun kapsayabileceği renk renk çeşitlilik. Fakat boğazımda bir zoka. Bir soru. Ötesi, ya ötesi. Kalktım, uyandım. Dışarı çıktım.
Sabahı yapayalnız ve kimsesiz sanırsınız. Öyle mi Az önceki çiçek sağanağını aşıp ileride dik bir uçurumun eşiğine vardığımda başka bir şey gördüm. Sanki bütün renkler erimiş çiçekler solmuş isimler uçmuştu. Bir çiçek ilk kez gördüğüm bir afet sabah güneşinin şevkiyle salınıyordu. Her şeyi bir mücevher kan topu gibi kalbinde toplamıştı. Fakat öyle bir yerde boy atmıştı ki! Görüyor, yaklaşıyor, hissediyor, aşağıda köpüklenerek akan suyun çağıltısını duyuyor ama ona elim erişemiyordu. Su, durma at kendini aşağıya. Köpüklerim yumuşak sesim ninni sütüdür, diyor gibiydi. Arkamdan bir ses beni uyardı! ' O kendini gösterip de ele gelmeyen çiçeğin adı uçurum çiçeğidir. Aldanma! Adımını boşluğa çekerse yuvarlanıp gidersin!' Sen misin şimdi Cemal Süreya'nın boynuna atılan 'kaç gündür adını düşünüyorum/ ne demiş uçurumda açan çiçek/ yurdumsum ey uçurum.' mısralarının gereğini böylece çözüveren Şimdi nasıl oluyor da bunca oluş ve güzellik içinden uçurum çiçeğine çıkıyordu her şey Kötülük de böyle miydi Sırf iyi ve güzelim tacı baştan düşmesin diye bir yokluk çizgisini çevirip durur muydu kötülük

3