Bir anlık hayatlar
Hemen her şeyin zorlu ve çok uzun sürdüğü fakat hayatın bir anlık değer taşıdığı bitimsiz döngüde sürükleniyoruz durmadan. Çok çok, bitimsiz ve ölçüsüz onca sözün arasında sıkışıp kalıyor hakikatin kısacık cümlesi. Dün çabuk eskiyip bugün yokmuşçasına yaşanırken gelecek kopkoyu bir sisin içinde dağılıp gidiyor. Tuzu kurular, aklı her yere erenler, dünün eteğinden sıyrılıp da geleceğin malikanesinde baş odaya oturmayı garanti edenler için bu sözlerin anlamı yok, biliyoruz. Kuruntu, boş laf, hayal ürünü, hainlikle cahilliğin sarmalandığı gereksiz akıl yürütmeler bunlar. Onlara göre gelecek şimdiden zühre yıldızı. Dünya yönünü dönmüş bize bakıyor hayranlıkla. Her şey bunca yerli yerindeyken oyunbozanlık edip çatlak ses çıkarmanın gereği yok. İşte binalar, yollar, dev alışveriş merkezleri, biri inip biri kalkan uçaklar. Ekmeğin tadı kaçmışsa bizden sebep değil, diyorlar. Yoksulların hanesi ne zaman çökeceği belli olmayan bir tavansa kimin umurunda Gençlerin gözünde fer sönmüşse o da ne öyle Kahramanlık varken şımarıklık neden Bu şehrayin bu büyük lütuf yıldız yağmurunun altında göz yumup şükretmek dururken, nedir bu mırıltılar, yandan, açıktan, kesik kesik konuşmalar
Oturuyordum evde, yalnızdım, her gün biraz daha yorulup morluk yığılan gözaltlarım biraz dinlensin diye kahvaltı sonrası tatili de fırsat bilip uzanmıştım öylece yatağa. Kitaplar, dosyalar, yazılar, işler beni biraz beklesin istedim. Beden yoruldukça ruh da zihin de gerilip geri düşüyordu anlayıp yorumlamaktan. Uyandım sonra. Kısa bir duştan sonra çok sevdiğim sade Türk kahvesi hazırladım. Çiçeklerle bezeli ön balkonun önündeki koltuğa koyuldum. Kahvenin ilk yudumunda daima benimle başlayıp biter her güzel şey. Gider gelirim. Sorar bulurum. Bir zambak şimşeği çakar uzaklarda. Bir yaz duvarına koyu bir el gölgesi düşer. Hiç bilmediğim bir kelime bir çiçek saksısına ışık olup dikilir. O bir anda hayatın röntgeni çekilir. Öyleydi, kahveye göz ucuyla saygımı duyurmuştum ki. Sonra
Sonra o şuuraltında uyuyan, vaktiyle hem tecrübe edip hem de bilgiyle pekiştirdiğimiz, sonra o olmasın dediğimiz ama olacağından emin olduğumuz, sonra o zamanı kadar oluş şeklini, oluş anında olup bitecekleri ürke ürke içimize dokuduğumuz şey ilk pençesini gösterdi. Histerik bir hırıltı çıkardı. Beklenmedik anda beklenmedik yönde tokadını attı. Nedense dışarıdan değil de içeriden gelmiş gibiydi. Salonun tavanında, kitaplarla kapı üstlerinin birleştiği yerde kükredi. Yok yok dedim, görünüp gidecek. Öyle değil mi diye baktım umutla. Kahvem hafiften dalgalanmıştı. Çiçeklerde kuyruğunu kısmış bir hayvan hali vardı ki sokak büyük bir martı sürüsünün canhıraş çağırtısına boğuldu. O an binanın huyu değişti. Pençe gitti, iri bir ayının tek ayak üzerinde sağa sola yatışına benzedi. Demek dedim, geldin, o bir anın kilidini açtın. Haydi olsun bakalım ne olacaksa! Şu an elden gelen bir şey yok. Sana dur desem durmazsın. Git desem gitmezsin.
Böyle hallerde ölçülebilir zaman bir terazi kefesinden kayan su hükmündedir. Terazinin kefeleri kendiliğinden dalgalanmayla dengelenir. Pençe geri çekilir. Tavanın yumuşak huyu beyaza bürünür. Şimdilik varta atlatılmıştır. Telefona sarılırsınız hemen. En yakındakiler ne haldedir bilmek istersiniz. İşte o zaman tuzu kuruların, kurum, kuruluş, devlet, pozisyon, simge ve kuvvet buzağısı tapıcıların toz kondurmak istemedikleri gerçek buz olur yüzünüzü yakar. Kör, sağır, dilsiz, ölü, leş ve anlamsızdır o operatörler. Az öncekinin karşısında ne kadar çaresizseniz şimdikinin önünde de öylesinizdir. Sahipsizlik bir uzun keten urgan gibi dolanır etrafınızda sizi sıktıkça sıkar.