Dileyen başlığı hukuk, gelişme ve düzen, dileyen hak, eşitlik ve ahlak hatta hukuk, iktisat ve eşitlik diye de değiştirebilir. Adalet bir ülkü değil sadece geçerli ve yaygın bir gerçekliğe bürünmedikçe ne ekonomik gelişmeden ne de onun ahlakından söz edilebilir. Adalet ana ilkedir ve refahın hukukiliği kadar ahlakiliğini de belirleyen temel olmak durumundadır. Muhafazakarların tekrarla ve sıklıkla adaletten dem vurdukları görülür. Ahlak onların olmazsa olmazlarıdır. Adeta, adalet tanrıysa ahlak onun peygamberi konumundadır. Ya refah Bu konuda farklı görüşler olmakla beraber refah kişinin şahsi tercihidir, adalet ve ölçü onun iklimini yaratmakla sorumludur. Refahı vadederek adalet ve ahlakı maskelemek de mümkündür. İslam Tarihinde adalet söz konusu edildiğinde Hz. Ömer'e atıfta bulunulur. Hatta o, adaletin tartışılmaz simgesi sayılır. Fetihlerle gelen refah ise ayrıca onun döneminin göstergeleri arasında anılır. Peki ya ölçü Ya ahlak Ölçü olmadan adaletin ve refahın oturacağı yer neresi olabilir
İbni Haldun, Mukaddime'de Hz. Aliye dair bir atıfta bulunur . Sanırım bu atıf sadece İslam toplumlarının değil modern zamanların da dönüp bakması gereken bir olguya işaret eder. Hz. Ömer'e 'evleri nasıl yapalım' diye sorduklarında 'şu kattan fazla yapılmasın içlerinde şu miktar odadan ötesi bulunmasın' cevabını vermiştir. Burada önemli olan kat veya oda sayısı değil bir ölçütün doğmasıdır. Ölçüt, adalet ve refahın dinamikliğinde taçlanır. Zaten adalet ve refah ortadadır. Adalet yaşadığı için refah gelmiş onu kullanmanın etiği belirmiştir. Lakin bunun ahlakı, ölçüsü, günecelliği ne olacaktır Adaletsiz kazancın haram sayıldığı bir dünyada refah sakat, ondan doğacak eylem de zaten ahlak dışıdır. Refah, başkasının hukukunu gözeterek oluşmamışsa zaten adaletsizdir. Adalet ve refahın dengesizliği hayatın dokusunu zedeleyip insanı çürütecektir. İnsanın çürüdüğü yerde hukuk ve refah sadece birer kalıptır.
Böylesi düşünmeme bunca sebep geçen hafta sonu yaptığım bir seyahat ve okuduğum bir haberle ilgili. Muhafazakarlığı yanında mistik atmosferiyle övünen bir iç anadolu şehrine gittim. Genel şehir düzenini korumakla beraber geleneksel mimarinin tamamen terk edildiği bu büyük kenti ilk kez nüfus ve yapı karmaşasının içinde buldum. Ticaret, tarım ve ortaölçekli sanayinin sürekli geliştirdiği şehir bir yönetim zafiyeti içinde değildi şüphesiz. Üstelik her yönde yatırımların izleri vardı. Beni endişelendiren politikanın parayla birlikte kuşandığı pervasızlığın orayı da baştan ayağa bir rant ve inşaat çemberine almış olmasıydı. Belediye, devlet yanında özel sektör imajı taşıyan yapılar kendi cesametlerini etrafa yaydıkları maddi gururla ilan ediyordu. Bu şu demekti, para, güç, iktidar karlılık hesaplarıyla geleceği planlamış ve orada insana yer bırakmamıştı. Sadece siyasal ve ekonomik rejimler değil asıl insanın madde içinde kaybolduğu zihniyetler de zalimleşirdi. Görünüşteki yapıları para olmadan dikmek mümkün değildi. Pekala refah adalet ve hukukun bir sonucu muydu Öyle olsaydı bu ölçütsüzlük mümkün olabilir miydi Para (refah) hukuki dayanakla ahlakı göz ardı edebilir miydi

17