Zamanın kuyusunda yankılanan ses - Abdullah Dörtlemez

Kartal tarafından işkence gören Prometheus (siyah figürlü kyliks, MÖ 560-550, Vatikan Müzeleri )

Tarih, yalnızca geçmişin kaydı değildir; insanın kendini anlamaya çalıştığı derin bir aynadır. Her çağ, geçmişe farklı bir gözle bakar; bu bakış, çoğu zaman bir yankı gibidir. Bu yazı, tarih bilincinin metaforik kökenlerine, Türk kültürü ile Akdeniz ve Ortadoğu mitolojisinin birleşiminde anlam arayışına ve ufuk açmaya yöneliktir.

Zaman, bir kuyuya benzer; derin, karanlık ve gizemlidir. İlk bakışta görünmez ama dikkatle eğilen, onun duvarlarında bir iz, bir yansıma bulur. Kuyunun dibindeki sessizlik, aslında bir sonsuzluk senfonisidir. O yüzden tarih, sadece bir takvimler silsilesi değil; insanlığın anlam arayışında bıraktığı yankılar korosudur. Göbeklitepe'nin taşlarında, Sümer tabletlerinde, Rosetta Taşı'nda Karatepe kabartmalarında, Orhun Yazıtları'nda yankılanan bu ses, bize geçmişin ruhunu fısıldar. Bu belgeler yalnızca tarihi değil, aynı zamanda hukuki tanıklıklardır; bize töre ile hukuk arasındaki köprüyü gösterir.

TARİH BİLİNCİ VE MİTLERİN SESİ

Tarih bilinci, işte bu kuyunun yankılarını işitmekle başlar. Fakat yalnızca işitmek yetmez. Onu anlatım diliyle, sembolün gücüyle anlamlandırmak gerekir. İşte burada mitoloji devreye girer. Etik, yankıya vicdanın rengini katar; hukuk ise onu somut eyleme dönüştürmenin aracı olur. Kulaktan kulağa aktarılan mitler, halk anlatıları ve destanlar, ağıtlar zamanın dibinden yükselen ilk seslerdir.

Türk mitolojisinde liderliğin, kutsallığın ve toplumsal birlikteliğin sembolü Oğuz Kağan'ın gökten inen bir ışıkla birleşmesi ve bir toplum kurması; Prometheus'un tanrılardan ateşi çalarak insanlığa getirmesi, Hz. Musa'nın çalılıklar içinden gelen sesi duyması, Zerdüşt'ün ateşle simgelenen uyanışı, bir bilinçlenme, bir isyan, bir sorumluluk anlatısıdır. Ve eğer bu yankı duyulursa -yürekle, akılla ve iradeyle- o zaman geçmiş bir yük olmaktan çıkar, bir ilham olur. Gelecekse bir bilinmezlik değil, inşa edilecek bir sorumluluk alanı haline gelir. Geçmişi bilmeyenler onu tekrar eder; ama yankıyı duyabilenler, ona yeni bir anlam yükler. Hakikat(aletia) ise yalnızca bilgi değil, bir duruş ve ahlaki tavır olarak bize sorumluluklarımızı anımsatır.

VİCDANIN EVRİMİ

Töre, Türklerde göğün sesi, halkın vicdanıydı. Yazısızdı ama bağlayıcıydı. Zamanla yozlaştı, unutuldu; yazılı hukuk onun yerini aldı. Ancak özü kaybolmadı. Oğuz Kağan'ın "töreye bağlılık" ilkesi, bugün "hukukun üstünlüğü" olarak yeniden doğdu. Gazi Mustafa Kemal Atatürk, bu ruhu yeniden yorumladı; "Egemenlik, kayıtsız şartsız ulusundur!" dedi ve bu uğurda "Ya istiklal ya ölüm!" deyişi de yurtta karşılığını buldu. Töre, ruhtu; hukuk, onun bedeni oldu. Bir söz daha bırakıldı, "Atatürk'ün Gençliğe Hitabesi" bir tarihi hatırlatma değil, vatandaşlık manifestosuydu. Ve böylece kuyuya kıymeti bilinmesi dileğiyle bir söz daha birlikte bırakıldı: "Ne mutlu Türküm diyene!" Bu söz kimseyi dışlamayan bir ortak değerdi, ulus olma çağrısıydı. İnsanların eşit siyasal haklara sahip olması dileğini çağrıştırdığı gibi özgürlüğün temeli ve işaret fişeğiydi.

Themis, mitolojide adalet tanrıçasıdır; gözleri bağlıdır çünkü hakikat, gözle değil, vicdan ve akılla tartılır. Mitolojide adaletin kişileştirilmiş halidir; kılıcı ve terazisiyle dengeyi simgeler. Onun yanında yer alan "sessiz tanık", halkın ortak vicdanıdır. O konuşmaz ama gerektiğinde ses olur, "sokaklarda yankılanır. Hukuka gelince, o yalnızca normlar bütünü değildir; aynı zamanda insanın kendisine ve zamana karşı sorumluluğudur.