Demokrasilerde herkesin siyasete girme, yönetimde görev alma ve ülkenin geleceğine yön verme hakkı vardır. Demokrasi, halkın kendi geleceğini belirlemesidir. Halk iradesini seçimlerde ortaya koyar; seçme ve seçilme hakkı bu düzenin temelidir. En üst düzey yönetime talip olmanın yolu; bir siyasi partiye üye olmak, teşkilatlarda görev almak, halka sorunları ve çözüm önerilerini anlatmak, seçimlerde oy kazanarak parlamentoya girmek ve bakanlıklar gibi yürütme organlarında görev almaktan geçer.
Ancak parti teşkilatlarında yükselmek kolay değildir. Delegelerin beklentilerini tatmin etmek, güvenini kazanmak, seçim bölgelerinde güçlü olmak, parti genel merkezinin desteğini almak gerekir. Parlamenterlik, bütün bu zorluklara karşın bir tutkudur. İnsana güçlülük duygusu veren onurlu bir görevdir. Eski Cumhurbaşkanı Demirel'in dediği gibi, "Siyaset adamı canından eder, malından eder; yine de tadına doyulmaz." Parlamenterler, halkın yaşam düzeyini yükseltmek, refahını artırmak için çalışmak zorundadır.
Parlamenterlerin asli görevi, özgürlükçü, demokratik ve laik hukuk düzenini korumaktır. Bu tür rejimler, toplumsal ilerlemenin ve insan onurunun güvencesidir. Özgürlükten, laiklikten ve hukukun üstünlüğünden yoksun bir sistem meşru sayılamaz.
Parlamenterler aynı zamanda ulus devleti koruma sorumluluğunu taşırlar. Tarihte ümmet devleti anlayışı, tarıma dayalı toplumlardaki yönetim biçimiydi. Başta kutsal Roma Cermen İmparatorluğu olmak üzere ortaçağ Avrupa devletlerinde olduğu gibi Osmanlı İmparatorluğu da bu anlayışla yönetildi; toplumu bir arada tutan temel bağ dindi. Ancak akıl ve bilimin yükselişiyle dinin siyasetteki ağırlığı azalmış, Sanayi Devrimi ile birlikte ulus devlet anlayışı doğmuştur.
ÜMMET DEVLETİ TARTIŞMASIUlus devlet; etnik köken, dil, din, müşterek tarih ve ülke birliğine dayanan ulus bilinç ve dayanışması güçlü bir devlettir. Osmanlı, Tanzimat'a kadar katı biçimde İslama bağlı kaldı; bu durum Arapların 1750'den beri isyanlarını engelleyemedi. 21. yüzyılda İslam hukukuna dönüş hem olanaklı değildir hem de toplumun gelişimine katkı sağlamaz; çünkü dini hukuk, ayetlerle kesin hükümler koyduğu için değiştirilemez.
Suriye'de Esad'ın devrilmesi, bölgenin Batı ve İsrail etkisine girmesiyle Türkiye'de "ümmet devleti" tartışmaları başlamıştır. Böyle bir dönüşüm, adı konmasa da hilafetin bir şekilde geri gelmesine neden olur. ünkü ümmeti bir arada tutan temel değer sadece dindir.
Ümmetçiliğe dayanan toplumlarda ulusal dayanışma zayıftır, devletin dağılmasına yol açar. 1954'te Adnan Menderes, Meclis'e hitaben "Siz isterseniz hilafeti bile getirebilirsiniz" demiştir. Meclis'in yetkilerini -halife gibi- bir kişiye devretme yetkisi yoktur.
Hiçkimse hâkimiyet hakkından vazgeçemez. Ayrıca halifenin çıkarlarıyla milletin çıkarları her zaman uyuşmayabilir. Atatürk'ün "Hilafet meclisin uhdesindedir" sözünün anlamı halkın kendi kendisinin halifesi olması ve kendi sorumluluğunu üstlenmesidir. Halkın kendini idare etme hakkını başkasına devretmesi mümkün olmayacağına göre milletin vekillerinin böyle bir yetkileri öncelikle olamaz. Ancak 16 Nisan 2017 tarihli anayasa değişikliği ile halkın devredemeyeceği yetkileri hukuka aykırı bir şekilde bir kişiye, cumhurbaşkanına devredilmiştir.
BİRLEŞTİRİCİ DEĞİL AYRIŞTIRICIKurtuluş Savaşı'nda etnik köken ayrımı yapılmamış, Anadolu'da yaşayan ve mücadeleye katılan herkes "Türk" kabul edilmiştir. Cumhuriyet ilan edilmiş, devletin adı "Türkiye Cumhuriyeti" olmuştur. ünkü Batılılar, Anadolu'daki Selçuklu ve Osmanlı devletlerini kuranlara "Türk" demişti. Osmanlı'nın diğer adı Türk İmparatorluğu (Empire Turc) idi. Cumhuriyet kurulduğunda halk, tarım toplumuydu. Kurucu kadro, sanayileşmenin kaçınılmaz olduğunu biliyordu ve çağdaş değerlere dayalı bir kültür ve hukuk düzeni kuruldu.