Savaş kabadır, çirkindir ve acımasızdır. Bir sözle, bir kumpasla ya da provokatif bir davranışla başlayabilir. ünkü savaşın hamurunda yeterince önyargı, nefret ve şiddet vardır. Barış ise zariftir ve kırılgandır. Varlığı samimiyet ister, empati ister, emek ister. Eğer barış, süregelen bir kavganın ardından öngörülmüşse sözcüleri de bu oluşuma uygun kişiler olmalıdır.
Ülkemizde "barış" iddialı yeni açılım süreci bu açıdan dahi bazı kuşkular barındırıyor. Süreci başlatan kişi, Kürt düşmanlığından beslenerek siyaset yapan MHP'nin genel başkanı Devlet Bahçeli'dir. Sürecin muhatabı ise Türkler açısından nefret objesine dönüşmüş PKK'nin lideri Abdullah Öcalan'dır. Her iki aktör de barış yapacak halklar arasında duygudaşlık yaratacak bir geçmişe sahip değildir. DEM Parti ise ne yazık ki bu süreçte yalnızca aracı konumundadır.
Sürecin garantörü ise daha önce kendisinin başlattığı açılımı çıkarlarına uygun sonuçlar yaratmadığı için yerle bir eden AKP iktidarıdır. Yalnızca temsilcilerin kimliği değil, ülkenin siyasal iklimi de barış çağrılarına uygun değildir.
PKK üzerinden "barış" çabaları sürerken, AKP iktidarı en güçlü rakibi olan CHP'ye savaş açmıştır. Hukukun üstün olmadığı, demokratik ilişkilerin ise yok sayıldığı bir ülkede hangi olumlu girişim sağlıklı yürütülebilir ve halkın buna inanması sağlanabilir
TOM BARRACK'IN SÖZLERİGeldiğimiz noktada bir soluk alalım ve ABD Büyükelçisi Tom Barrack'ın sözlerine kulak verelim. Kendisi diplomat olmadığı için paldır küldür konuşuyor ve ne var ne yok ortaya döküyor. Bir konuşmasında ülkemize Osmanlı dönemindeki milletler esasını önerdi ve ulus devlet olmaktan vazgeçmemizi istedi. Sözlerinin devamında ise bu bölgedeki tüm ulus devletlerin İsrail için bir tehdit oluşturduğunu söyledi. Hemen ardından Cumhurbaşkanı Erdoğan Kürtlerin, Türklerin ve Arapların ülkemizin kurucu unsurları olduklarını açıkladı.
Bu noktada Suriye'ye bakalım. Bilindiği gibi Suriye'deki yapısal değişim iktidar tarafından "Türkiye'nin zaferi" olarak ilan edildi ama yaşanılan olaylar "zaferin" ABD- İsrail ikilisine ait olduğunu gösteriyor. Bunun da odağında Suriye Cumhurbaşkanı Ahmet Şara görünüyor olsa da gerçek odak PYD- YPG'nin oluşturduğu Suriye Demokrasi Güçleri'dir. Bu yapı ABD ve İsrail tarafından desteklenmektedir. Bu durumda ne ABD ne İsrail bu ilişkiye kem gözle bakmamızı istemez.
Sonuç olarak bu durum sınır ötesi hareketlerimizin de sonu demektir. Bu koşullara göre farklı bir pozisyon alamayız. Ancak Suriye'ye ve el Nusra cephesine çok yatırım yaptık, eğittik, donattık ve maaşlar ödedik. Tüm bunların eşliğinde yeni bir stratejiye gereksinimimiz olduğu son derece açık. Ne var ki bu tür süreçler sanılandan daha karmaşıktır. Ancak bazı varsayımlardan ve olasılıklardan söz edebiliriz.
Varsayımların ışığında görünen o ki Abdullah Öcalan'a gerekli itibar sağlanacak ve umut hakkı üzerinden kendisine özgürlük verilecek. ünkü Abdullah Öcalan'ın Mazlum Abdi'yi etkileyecek ve yönetebilecek az sayıdaki kişiden biri olduğu varsayılıyor. Bu nedenle Amerika, Suriye'nin yeni yapılanmasında Abdullah Öcalan'a bir rol vermek isteyebilir. Sonuçta Öcalan'ı bize ABD verdi. İhtiyacı olunca geri istemesinden daha doğal ne olabilir

4