Türkiye'nin Avrupa Konseyi'nden doğan taahhütleri ve yükümlülükleri üzerine gerçekçi bir değerlendirme yapılması gerekir.
Avrupa Birliği (AB) üyeliği, Türkiye'nin uzun süredir gündeminde yer alan, dönem dönem ivme kazanan ancak bir türlü sonuca ulaşamayan bir hedef. Ancak bu hedefin bugün, yalnızca Brüksel'e dönük siyasi mesajlarla ya da teknik başlıklarla değil, Strazburg'da biriken yükümlülükler temelinde değerlendirilmesi gerekiyor. Çünkü Türkiye'nin AB'ye tam üyelik süreci ile Avrupa Konseyi'ndeki yükümlülükleri ve taahhütleri arasındaki bağ, çoğu zaman görmezden gelinse de, yaşamsal derecede güçlü.
2019 TARİHLİ KARARTürkiye, Avrupa Konseyi'nin kurucu üyelerinden biri olarak insan hakları, demokrasi ve hukukun üstünlüğü ilkelerini benimsemiş ve bu doğrultuda Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) kararlarını uygulama yükümlülüğünü kabul etmiştir. Ancak son yıllarda kimi AİHM kararlarının uygulanmaması, Avrupa Konseyi organlarında ciddi eleştirilere ve süregelen izleme süreçlerine neden olmuştur. En dikkat çekici örneklerden biri, Osman Kavala davasına ilişkin AİHM'nin 2019 tarihli ihlal kararıdır. Bu kararın uygulanmaması nedeniyle Türkiye hakkında, Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi tarafından "ihlal prosedürü"ne dair diyalog süreci başlatılmıştır. Yine Selahattin Demirtaş ile ilgili 2020 tarihli AİHM Büyük Daire kararı da benzer şekilde uygulanmamıştır.
AVRUPA KONSEYİ'NİN ÇAĞRISINitekim, geçtiğimiz hafta Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisi (AKPM), İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu'nun tutuklanması, görevden alınması ve aday olma hakkını fiilen ortadan kaldıran yargı süreci hakkında acil prosedürle bir karar alarak Türk makamlarına 9 Nisan'da açık bir çağrıda bulunmuştur. AKPM, bu adımların siyasi saiklerle atıldığını ve muhalefeti sindirmeyi, çoğulculuğu zayıflatmayı, ifade özgürlüğünü sınırlamayı amaçladığını vurgulamıştır. Ayrıca, protestolara yönelik aşırı güç kullanımı, göstericilere yönelik keyfi gözaltılar ve gazetecilerin tutuklanması da konseyin tepkisine neden olmuştur. Bu tablo, Türkiye'nin demokratik değerlerden giderek uzaklaştığı yönündeki endişeleri pekiştirmektedir.
Bu bağlamda, AKPM'nin 9 Nisan'da kabul ettiği bir başka karar, Türkiye'nin Avrupa Konseyi üyeliğinden doğan yükümlülüklerini sistematik biçimde yerine getirmemesiyle ilgili daha geniş bir resmi gözler önüne sermektedir. AİHM içtihadında "öncü dava" olarak sınıflandırılan ve yapısal insan hakları sorunlarına işaret eden 40'tan fazla kararın hâlâ uygulanmamış olması, Türkiye'nin AİHM kararlarının etkili şekilde yerine getirilmesi konusundaki eksikliğini gözler önüne sermektedir. Bu kararlar, yalnızca bireysel hak ihlallerine değil, daha geniş bir yargı ve yönetim pratiğine işaret etmektedir.
Bu noktada kritik bir hatırlatma yapılmalı: Türkiye, 2005 yılında AB ile katılım müzakerelerine başlayabilmişse, bu büyük ölçüde Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisi'nin (AKPM) denetim sürecinden -bazı koşullarla da olsa- çıkabilmiş olması sayesindedir. AKPM'nin 2004 tarihli kararı, bu geçişe imkan tanımış, böylece Türkiye'nin reform sürecine yönelik uluslararası güven yeniden inşa edilmiştir. Ancak bugün gelinen noktada, AKPM'nin son Türkiye raporları, demokratik kurumların gerilemesi, ifade özgürlüğü, yargı bağımsızlığı ve siyasi baskılar konusunda çok daha karamsar bir tablo çizmektedir.