Bazı anlar vardır ki sadece yer değil, hakikat de sarsılır. Bazen yeryüzü çatladığında, insanın inşa ettiği bütün yalanlar da çöker. Beton yığınlarıyla birlikte anlam haritaları da enkaz olur.
Çünkü insan yalnızca toprağa değil, bir manaya da yerleşir. Ve kimi zaman o mana, yerle birlikte gömülür.
99'un ağustos gecesinde, nişanlı, genç ve hayata henüz yeni bir yolculuğun eşiğinden bakan bir adamdım. Gölcük'te yer sarsıldığında, sadece oturduğum ev değil, zihnimde taşıdığım bütün kavramlar da sarsıldı.
Duvarlar yıkılırken asıl çöken, insanın içindeki duyarsızlık, kibir ve unutuştu. O gece yalnızca toprak çatlamadı, tefekkür de çatladı.
Ve sabaha karşı kendimi bir camide bulduğumda, yıllarını kahvehane köşelerinde, kumar masalarında harcayan adamların secdede titrediğini gördüm.
O anda içimde yankılanan tek bir cümle vardı: "Sosyoloji kaderdir."
Sosyoloji yalnızca insanı anlamaz; onun kurduğu anlamları, inşa ettiği değerleri, topluca paylaştığı hakikatleri anlamaya çalışır.
Durkheim'ın ifadesiyle toplum, bireylerin toplamı değil; kolektif bir bilinçtir.
İbn Haldun'un deyimiyle bir milletin kaderi, onun "asabiyet" dediği içsel bağlılıkla, yani imanla yazılır.
Ancak bu bağlılık zayıflarsa, toplum yalnızca istikametini değil; ilahi senaryodaki yerini de kaybeder.
"Bir toplum kendinde olanı değiştirmedikçe, Allah onların durumunu değiştirmez." Bu ayet yalnızca teolojik değil; sosyolojik bir manifestodur.
Toplumlar sadece politik tercihlerle değil, inanç düzeyindeki kırılmalarla helake sürüklenir.
Depremler, sadece doğal afetler değil; manevi alarm zilidir.
Bir toplumun inancı, anlam dünyası ve kolektif tefekkürü, kriz anlarında en çıplak hâliyle belirir.
Maraş ve Hatay'da yaşanan büyük yıkım da böyleydi. Enkaz altından "Lâ ilâhe illallah" diyerek çıkarılan bedenler...
Sedyede şehadet parmağını kaldıran çocuklar...
Sosyal medyada milyonlarca "amin"e dönüşen dualar...
Bunlar, seküler dünyanın unutturmaya çalıştığı fıtratın, acıyla yeniden dile gelmesiydi.
Toplumsal bilinç enkaz altında kalmış olabilir; ama kolektif iman hâlâ nefes alıyordu.
Yıllardır medya, akademi ve kültür endüstrisi eliyle yürütülen organize bir "İslam'dan koparma" mühendisliği, bu iman seli karşısında dilsiz kaldı.
Çünkü bir toplumun ruhuna ezan kazınmışsa, onu hiçbir ideoloji esir alamaz.
Ve yine bir gün...
İstanbul merkezli bir sarsıntının ardından sokağa fırladım. Her şey sustu, yalnızca iç sesim konuşuyordu. Bir saat sonra ezan okundu. Caminin saflarına yöneldim.
Bu sefer ön safta gençler vardı. Üstlerinde dövmeler, ceplerinde telefonlar, ama gözlerinde secdenin yeni doğmuş ışıltısı...
O an yine düşündüm: Sosyoloji kaderdir.
Evet, bu dijital çağın TikTok çocuklarıydı onlar. Ama o an ne algoritmalar konuşuyordu ne influencerlar. Fıtrat konuşuyordu. İlahî yazılım devreye girmişti.