Kastamonu'nun boşalan köylerinde tek başına kalmış yaşlı erkekleri anlatıyor. Ailesi, çocukları İstanbul'da. Çok ısrar etmişler sen de gel, diye ama o doğup büyüdüğü köyünü bırakamamış.
Bu belgesel ülkemiz ve insanımızın yirminci yüzyılda yaşadığı bir büyük dramı dile getiriyor.Asırlardır köylerde tarım toplumunda sürüp gelen hayatın sona ermesi. İnsanlarımız toprağı terk edip büyük şehirlere göçtü. Göç asrın ikinci yarısında hızlandı ve bazı dağ köyleri ile geçimi zor orman köyleri büsbütün boşaldı.
İnsanımız yabancı olduğu bir hayatı yaşamaya başladı. Belgeselin adı: "Bir Başka Hayat".Dört mevsim çekilen bu sebeple dört başı mamur olan bu muhteşem belgeselin jeneriğine bir türlü rastlayamadım. Bu sebeple kimin eseri olduğunu bilmiyorum. Yapımcısına, yönetmenine tebriklerimi iletiyorum.Boşalan köyler birbirine benziyor. Ekilecek arazi yok gibi. Buralarda geniş anlamı ile hayvancılık da yapılamaz. Kıt kanaat geçim olan orman köyleri sanki.
Ancak tabiat harika.
Ben de kendi memleketimde buna benzer köylerin nasıl boşaldığını anlatan bir eser yayımlamıştım: "Beyhude Ömrüm".Şehre göçen birinci nesil çok zorluk çekti. Ve onların yokluk içinde büyüyen çocukları. Metropolün çevresinde bir gecekonduda geçti hayatları. Seneler sonra bu semt şehrin ortasında kaldı ve o aileye en az on dairelik bir apartıman kazandırdı.
Göç en azından yetmiş yıldır sürüyor ve rant ekonomisi devam ediyor.
Belgesel bir türlü gidemeyip geride kalanları anlatıyor. Harika ahşap evler hep harap olmuş, çürüyor. İçlerinde tek tük sağlam yapılar var. Sahipleri yazdan yaza geliyor olmalılar.Kışın orada kalan tek adam. Yaşlı ve yorgun.Bunlardan biri zurna çalıyor. Yalnızlığını arkadaşı zurnayı öttürerek gideriyor.
"En yaman kömüşü ben koşardım. En yağız ata ben binerdim" diyor.
Düğünleri anlatıyor, davul-zurna ile coşan gençleri. Sonra bir yere çöküp kendiyle konuşuyor: "Bu yıl kocadığımı anladım. Allah göstermesin gecenin birinde hastalanıversem kimi yardıma çağıracağım ki"
İşte yalnızlık budur.Tek başına yaşamak.Bir başkası ömrü boyunca hayvan beslemiş. "Zamanında bu köyden 150-200 baş sığır çıkardı" diyor.
"Artık yaşlandım, gücüm yetmiyor" diyor. Elinde kalan iki düve ve bir tosunu satıyor. Alıcı hayvanları kamyona yükleyip gittiğinde ıssız kalan yola bakıyor. Eli böğründe tarifsiz kederler içinde. "Yetmiş yıl hayvan baktım ben" diyor. Şimdi. "Bitti artık, bu son" diyor.İşte bir ömrün, bir hayat tarzının bitişi. Dönüp ağır ağır evine doğru gidiyor.
Yağmur sarı yaprakları sürüklüyor. Dallarda eğleşen rüzgâr bir ağıt yakıyor. Yönetmen bu ızdırabı tabiattan aldığı doyumsuz sahneler ile dile getiriyor.
Bir başkası takım elbisesini giymiş, ayna karşısında şapkasını itinayla takarken şunları söylüyor:
"Babam titiz adamdı. Titiz ve temiz. Benim de öyle olmamı isterdi. Onun sözlerini tutmaya çalışıyorum."
Hazırlık bitince ağır ağır köy mezarlığına gidip babası için dua ediyor. Her hafta tekrarlıyor bunu.
"Bizler bu dünyadan göçersek mezarları ziyaret eden kimse kalmayacak" derken keder dolu gözlerle köyün yamaçlarına, ağaçlarına dalıyor.
									
								
									66