Nereden geliyor bu Televizyonun geçit vermediği, basındaki bazı okur yazar çevrelerin burun kıvırdığı İbrahim Tatlıses, nasıl böyle birden milyonların sevgilisi oluveriyor
Radyodaki arkadaşlarla konuşuyoruz. Musikiyi biliyorlar, İbrahim'i tanıyorlar. Hasan Semercioğlu, bugün Türkiye'de "en iyi ses" olduğunu söylüyor. Bazıları katılmıyor bu görüşe, ama ben Hasan'ın değerlendirmesine inanıyorum.
İbrahim gerçekten de Anadolu toprağında esasen çok bol yetişen yüksek, berrak, âhenkli ve gür bir sese malik. Ancak sadece ses ile bu yere vardığı söylenemez. Bazıları onu destekleyenleri öne alıyorlar. Ama bence İbrahim'in kendisi önemli, müziğe getirdiği tavrı, sahne hakimiyeti.
Bütün bunların ötesinde Anadolu insanının yüzlerce yıl öncesinden getirdiği "asli tavrı" yeniden gündeme getirmesi, akademik musiki çevrelerinin, radyonun, yontup yuvarlaklaştırdığı, terbiye ettiği, hatta fazla dikleşmesini önlediği meydan okuma tavrını temsil ediyor. Buna yeni yorumlar ekliyor.
Diyelim "Ayağında kundura" veya "Yoğurt koydum dolaba" türküleri. Bunlar radyolarımızda yıllar yılı "tekdüze" okunmuş türkülerdi. İbrahim bunların mahbesini kırdı, bir serazatlık içinde kalbinin sesini katarak okudu. Kendi delişmenliğini, civelekliğini, dikbaşlılığını koydu ortaya. Onu dinleyen geniş kalabalıklar bir konser salonunun dört duvarı arasında olmayı, kapalı mekânlarda bulunmayı, suspus oturmayı falan unuttular. Kırlara, yüce dağ başlarına, coşkun akan sulara yöneldiler. İbrahim kalabalıklara geldikleri yörelerin hasretini, bozulmamışlığını, safiyetini yüksek sesle terennüm etti ve karşılığını buldu.
Kendini "soğuk demirci, cahil, boynu bükük" yani onlardan biri diye takdim etti. Şehirdeki konumlarını kavrayarak arabeskin "kıralını" yaptı. Filmleri, giyimi, kuşamı, sözleri, türlü tutarsızlıkları ile kalabalıklara "tekabül" etti.
Adının sonradan "Pislik Ziya" olduğunu öğrendiğim kasetçi ikide bir yere tükürüyor. Benle konuşurken bile gözleri etrafta. Bir yandan satıyor, bir yandan kolluyor birilerini.
"Neden ona Pislik Ziya" diyorlar acaba Öbür kasetçiler gülüyor. Zabıtaya, vergicilere, kontrollere, pazarcı mafyasına karşı bunca yıl o kadar kaç kovala oynamış ki, ikide bir yere tükürmek adetini peyda etmiş. "Tükürme lan, yeter artık" diyorlar ama nafile. Bu onda "tik" olmuş.
Kasetçilerin ilerisinde bir tezgâh var. Aslında "çakmaklara gaz" dolduran bir tezgâh. Ancak üzerindeki sigaralar dikkatimi çekiyor. Sadece "Bitlis ve Best" sigaraları var. Neden acaba "Abi" diyor sigaracı, "Marlboro'nun havası kalmadı, e Bitlis de bulunmuyor her yerde, onun için bu ikisini satıyorum".
Surlardan sökülen taşlar, toz toprak yere bir karış oturmuş. Burası resmî bir pazar yeri olmadığı için Belediye tarafından çöpü alınmıyor. Naylonlar, kâğıtlar, yoğurt kapları, çer-çöp o kadar fazla ki.
Alıp götürürler diye tahta tezgâh kullanmıyorlar. Hem buralar akşamcı yatağı. Yakar ısınırlar, ateşinin karşısında da şaraplarını içerler. Nerede var nerede yok aramış bulmuşlar sanki. Hepsi de eski, paslı, yayı çemberi kalmamış, ayakları bile kırılmış karyola altları, somyalar üzerine mallarını yaymış. Ne kadar zavallı bir görünüşü var tezgâhların.

4