Kırk yıl önce İstanbul Gezi yazıları: Can pazarı (2)

İstanbul'a Topkapı'dan giriyorum.

Tanpınar "ayrı ayrı İstanbullar"dan bahseder. Mimarinin ve perspektifin birbirinden farklı, bir yığın İstanbul doğurduğu kanaatindedir.

Doğrudur. Böyle İstanbullar hâlâ var. Mesela İstanbul'a benim gibi Topkapı'dan değil de Marmara'dan bir beyaz vapur ile gelen yolcu Sarayburnu yeşil örtüsü üzerinden yükselen bir kubbeler ve minareler memleketi ile karşılaşır. Eskiden Topkapı'dan girenler de herhâlde böyle bir "âbideler şehri" ile yüz yüze geliyorlardı.


Trakya ile Anadolu Otogarı arasında kurulan, her tür ucuz eşyanın satıldığı çarşı (1986)

O yıllarda "Otogar" Topkapı dışında idi. Londra Asfaltı'nın bir yanında Anadolu, öte yanında Trakya Otogarı yer almıştı. Sur dışına çıkar çıkmaz göreceğiniz bu mekânlar, birbirine bitişik derme-çatma gecekondu benzeri seyahat firmalarının yazıhanelerinden oluşuyordu. Yer darlığı sebebi ile girmesi bir dert, çıkması bir dert idi.

Her neyse. Ben şimdilik kendimi Trakya Otogarı'na atmak istiyorum. Çünkü hâlihazırda bir yolcunun yaya olarak Anadolu Otogarı'ndan çıkarak, surlardan içeri giren otoyol boyunca yürüyüp, sağ selamet şehre girmesi pek o kadar kolay değil.

Aslında zaten iki yanına hisar süsü verilip burçlarına bayrak çekilen bu geniş aralıktan geçmek niyetinde değilim.

Madem İstanbul'a gireceğim, gerçek bir İstanbul sur kapısından geçmeliyim. Bu artık arabalara kapatılmış olan az ilerideki kemerli kapıdır.

Hasko'nun alt-üst geçit inşaatının engebelerinden, çitlerinden atlayabilenler; bir polise veya bıçkın minibüse takılmayanlar, 200 metre engelli koşuya çıkmış gibi pürdikkat, adaleleri ve zihinleri gergin caddeyi aşmaya çabalıyorlar.

Karşı geçede "Hemşerim Birahanesi" ile "Prens Oteli" bütün haşmeti ile dikiliyor. Önüm sıra yürüyenler bir ara hızlanıyor. Atak olmak gerek. Araçlar birbiri peşi sıra yığılıp duruyor. Hangi gözü pek yol akıncısı ilk adımı attı ise Allah razı olsun, onun açtığı yoldan ileri atılıyoruz. Rumeli fatihlerinden bu "ak tolgalı beylerbeyi" bizi karşıya geçiriyor.

Ancak son derece dar bir hareket alanı içinde sıkışıyoruz. İşporta arabaları, "Ne alırsan 200"lükler, sebze ve meyveciler, limonatacılar, kokoreççiler, hep bir arada, bir toz bulutunun içinde yolcu bavulları, yankesiciler, ağlayan çocuklar, bağıran kasetler üzerimize çullanıyor.

"Hemşerim Birahanesi"nin caddeye yakın köşesinde, ayaküstü demlenen bir "hemşeri", kapakları yarı kapalı gözleri ile bize kanlı kanlı bakıyor.

Anlaşılan bu yolu söktüremeyeceğiz.

İyisi mi ara sokaklardan birine sapıp, arkalardan dolaşarak mezarlığın altına çıkayım, orası daha serbesttir, diye düşünüyorum. Trakya Otogarı'nın arka tarafları "Bitpazarı".

"Bitpazarı"nın labirentlerinde dolaşıyorum. Aman Allah'ım. Bu ne biçim "Bitpazarı"! Oto hurdacısından, eski lastikçiye kadar bir sürü ne idiği belirsiz iş yapan baraka dükkân. Bitpazarları'nda bilindiği üzere eski ve kullanılmayan lakin yine de belli bir değeri olabilen eşyalar bulunur. Hatta bunlar arasında zaman zaman erbabının görüp alacağı, değerini vereceği bazı kıymetli parçalara, antikalara da rastlanır.

Tanpınar Huzur'da Kapalıçarşı'nın Beyazıt'a açılan sokakları civarındaki herhâlde Evliya Çelebi'nin kaydettiği zamanlardan beri kurulup duran bir pazardan bahseder. Burada da eski eşyalar satılmaktadır. Lakin onun tasvir ettiği eşyalar arasında Rus işi bir semaver, yakın zamanlara kadar moda olan bir sedef kadın yelpazesi, sarı pirinçten bir kahve değirmeni, geyik boynuzundan bir baston sapı, kalın, sarı, ahşap çerçeveli fotoğraf ve tablolar, birtakım cam eşya, bir dükkânda kurulu gramofonda çalan Dârülelhan Plağı, küçük dükkânların hemen her tarafına asılmış elbiseler, hatta kırık bir mankene giydirilmiş solgun bir gelinlik bile vardır.