İstanbul: İş yeri

Gerçekten İstanbul artık bir "ikametgâh" olmaktan çıktı.

Bilhassa İstanbul, yani Kadıköy ve Beyoğlu yakaları değil de asıl İstanbul. Yani "Sur içi".

Eminönü, Çemberlitaş, Sultanahmet, Çarşıkapı, Gedikpaşa, Cağaloğlu, Beyazıt, Laleli vb. gibi saymaya gerek görmediğimiz semtleri; ardından Kumkapı, Yenikapı, Haseki, Fındıkzade, Kocamustafapaşa, öbür yanda Süleymaniye, Şehzadebaşı, Fatih... Her neyse...

Bütün bu semtler sakinlerinin oturdukları evleri gözyaşları arasında terk etmelerinden sonra birer birer atölye, iş hanı, çarşı, pasaj, dükkân vb. ile doldu.

Böylece oturmak için yapılan evler, mahalleler iş yeri anlayışı için bir daha elden geçmek zorunda kaldı. Ama önceden kaydettik: sokaklardan eh işte ancak "yüklü bir deve" geçebilirdi. On tonluk Ford kamyonlar değil.

Sonra bu sokaklarda çocuklar oynardı, çember çevirir, ip atlardı. Ağaç gölgelerinde ihtiyarlar ikindi çayı içerlerdi. Arabaların istilası başlayınca "en büyük sorun" park yeri oldu.

Sürekli yıkım gerekiyordu.

Sürekli yıkım.

Dokuz yüz otuzlarda, bilirsiniz arşiv vesikalarımız, eskimiştir, çürümüştür, işe yaramaz kaydıyla balya balya Bulgaristan'a hurda kâğıt niyeti ile satılmıştı. İşin vehametini görüp de o zamanlar ses çıkaramayanlar nasıl kahrolmuşsa, bu yıkım işleri devam ettiği günlerde, bazı evlerin, konakların, cami ve mescitlerin, ağaçların, mezarlıkların yıkımını görenler de öyle kahrolmuşlardır.

Şimdilerde o vesikaları nasıl arıyoruz Nasıl "arşiv" için kolları sıvıyoruz, benzeri bir gayretle elde kalan "sivil mimari" örnekleri için de kısmen öyle bir gayret görülüyor. Hayfa, gidenler bir daha geri dönmüyor.

Doğrusu rahmetli Menderes'in 50'li yıllarda başlattığı "yıkım" önceleri çok alkışlandı. Hâlâ da onun açtığı caddelerde yürüyenler kendisini rahmetle anıyorlar. Ama İstanbul'un bir ikametgâh olmaktan çıkıp da bir iş yeri olması uğruna verilen emekler, dökülen gözyaşları, çekilen çileler aradan otuz yıl geçmeden "boşuna" noktasına geldi dayandı.