Bana ve savaşa dair

Size bakıyorum. Size olanca dikkatimi toplayıp, yüzümdeki çocukluğu çizerek bakıyorum. Güneş gözlerimi alıyor. Saçlarımın sarısı ışıkta yıkana yıkana beyaza dönüşüyor. Gördüğünüz gibi bir çocuk sayılmam artık. Dudaklarım büzülmüş, yüzüm gergin. Bana savaştan söz edeceğinizi anlamış gibiyim. Aslında bu kadar tasalanmanız gerekmezdi. Biz nice savaşlar gördük. Şaşırdınız. Sizi anlıyorum. Benim bu konuda pek cahil olduğumu sanıyordunuz değil mi Dudaklarınızın kıyıcığına bir tebessüm yerleşti. Şimdi herhalde sokak savaşlarından, mahalle savaşlarından, Saylonlulardan falan bahsedeceğimi düşünüyorsunuz. Belki de saçlarımı okşayıp Kadeş Savaşı'nı soracaksınız bana. Hiç zahmet etmeyin. Alnınızı kırıştırıp benim anlayacağım kelime ve kavramları aramanız boşuna. Sıkmayın kendinizi. İsterseniz önce ben başlayayım. Size mesela Tralikopteni Savaşı'ndan bahsedeyim. Büyük bir meydan savaşıydı bu. Ah... Dudağınızın kenarındaki gülücük genişlemeye başladı. Bak sen şuna. Hem de meydan savaşı. Ne sandınız ya. Lakin bu bildiğiniz meydanlardan değil. Yeryüzünde, yeraltında, gökyüzünde değil. Sizi şaşırtmaya devam ediyorum değil mi Anlayışlı anlayışlı baş sallıyorsunuz. Vay canına diyorsunuz içinizden. içinizden "peki nerde imiş bu savaşın geçtiği meydan" diye soruyorsunuz. Kala kala bir uzay kaldı, uzay savaşlarından bahsedecek diye umutlanıyorsunuz. Tralikopteni Savaşı'nı ve benzeri pek çok korkunç savaşı gördüm ben. Yaşadım. Arkadaşlarımdan bazıları bu savaşta öldü, birçoğu da yaralanıp sakat kaldı. İşte yine silahlarımı kuşandım. Tahta tüfeğimi boynuma astım. Gidiyorum. Kardeşlerim, oracıkta, kenarda duruyorlar. Yere çömelmiş oturuyorlar. Yüzlerinde gölgenin gizleyemediği hüznü görüyorsunuz değil mi Onlar olup biteni bütün açıklığıyla biliyorlar ve vakur, mütevekkil beni uğurluyorlar. Size esas duruşumu gösteriyorum. Ellerim pantolon çizgilerinde, ayaklarım topukta bitişik.