İran'ın Suriye'deki Gelişmelere Yaklaşımı

Suriye'yi konuşurken İran'ı konuşmamak mümkün değil. Şam rejimi ve Tahran yönetimi arasındaki iyi ilişkilerin tarihi on yıllar öncesine uzansa da Suriye iç savaşıyla birlikte bu ilişkinin İran lehine bir asimetri ürettiğini gördük. Esad rejimini ayakta tutmak için hatırı sayılır bir askeri, siyasi, ekonomik ve insani sermayeyi seferber eden İran'ın bu yatırımının karşılığını alması, hiç son günlerdeki kadar riske girmemişti.

"Şam düşerse Tahran düşer" mottosuyla Suriye'ye angaje olan Tahran yönetimi, hem sahadaki hem de Astana süreciyle masadaki kazanımlarını son bir haftada büyük oranda yitirdi. Halep'in muhaliflerce alınması, İdlib'de kontrolün tamamen muhaliflere geçmesi, Hama'ya muhaliflerin girmesi ve yavaş yavaş gözlerin Şam'a çevrilmesi İranlılarda büyük bir travma yarattı.

Halep'in Esad güçlerince kaybedilmesinin hemen sonrasında İran Dışişleri Bakanı Abbas Irakçi, önce Suriye'ye giderek Esad ile görüştü. Ardından da Türkiye'ye gelerek mevkidaşı Hakan Fidan ile bir araya geldi. Fidan-Irakçi görüşmesinin basına yansıyan görüntüleri dostane bir diyaloğu gösterse de yapılan basına kapalı görüşmelerde tansiyonun yüksek olduğu konusunda yorumlar yapıldı.

İranlı yetkililer süreci önce tahfif ederek "düşman kazanamayacak" minvalinde açıklamalar yaptılar ve Esad'a desteklerini yinelediler. İran'ın Suriye'yi kaybetmesinin sebebini "siyonist komplo"ya bağlaması, alışılagelmiş ideolojik retoriğinin bir parçası olarak şaşırtıcı değil. Jeopolitik kayıplarını genelde "ABD-İsrail entrikaları" üzerinden gerekçelendirmek, dış düşman algısı üzerinden sistemin meşruiyetini de sağlamaya yarıyor.

Bu kez İranlı yetkililer tıpkı Karabağ meselesinde olduğu gibi Türkiye'yi de resmin içine dahil ettiler. İran dini lideri Ali Hamaney'in danışmanı Ali Ekber Velayeti, "Türkiye, Amerika ve İsrail'in tuzağına düşmüştür" diyerek sözde Türkiye'nin İsrail ve ABD ile hareket ettiğini iddia etti. İran medyasında Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın İsrail ile iş birliği içinde olduğunu iddia eden sayısız yazı yayınlandı. Tahran'daki büyükelçiliğimiz önünde toplanan bir kalabalık, Türkiye'nin "teröre destek verdiği" iddiasıyla provokatif bir eylemde bulundu.

İran medyasındaki irili ufaklı pek çok yazı, analiz ve haber, aynı kurguyla okurlara servis edildi. Böylece İran, Suriye'yi öteden beri Türkiye ile rekabetin bir alanı olarak gördüğünü açıkça ortaya koymuş oldu. Suriye'nin sözde "direniş ekseni"nin bir parçası ya da "İsrail'e karşı mücadelenin kalesi" şeklinde propaganda konusu haline gelmesi, en başından itibaren Türkiye'nin İran'ın Suriye'deki yayılmacılığının dengeleyicisi olarak temayüz etmesinden duyulan endişeyi gizlemek için kullanılan bir örtüydü. İran, Suriye'deki halk ayaklanmasını da başından beri "Türkiye'ye alan açılacak ve Suriye üzerindeki nüfuzumu kaybedeceğim" endişesiyle okudu ve buna göre pozisyon aldı. Bu yüzden diplomatik bir çözümü engelledi. Bölge dışı aktörlerin müdahalelerine sözde karşı olan Tahran yönetimi, Rusya'yı bölgeye davet etmekten ise hiç çekinmedi.

Tarihi ve kültürel bağlarının oldukça zayıf olduğu Suriye'deki bölgelerde, demografik mühendisliklere girişmekten ve mezhepçi operasyonlar yapmaktan geri durmadı. Bölgenin organik dengelerini sarsarak bir karşılık alabileceğini düşündü. Türkiye'nin her defasında uzattığı elini sıkmak yerine sahadaki milis yapılanması ve Rus hava gücünü arkasına alarak katliamlarla Suriye muhalefetini sindirme yolunu seçti. Son olarak Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın Esad'a defalarca yaptığı normalleşme çağrılarının da sonuçsuz kalmasına neden oldu. İran'ın tek derdi, Suriye'ye tek başına sahip olmak ve Türkiye'nin denklemden çıkarılmasıydı.