Müslüman dünyada tasavvufun ahlaka etkisi

Baştan ifade edeyim ki, –önceki bir yazımda da belirttiğim gibi– tasavvuf, Kur'an ve Sünnet'in bütün inananlarından istediği, kültürümüzde zühd denilen sade hayat'ın adıdır. Bu yüksek anlamıyla tasavvuf İslam ahlakının zirvesidir. Ancak her iyi şey gibi tasavvufun da –bilerek veya bilmeyerek– kötüye kullanılması çok ağır bireysel ve toplumsal zararlar doğurur; bunu tecrübelerle gördük ve görüyoruz.

***

İster teorik alanlarla ister pratik alanlarla ilgili olsun, her olumlu konunun insan hayatına hayırlı ve kalıcı katkılar sağlamasının birinci şartı, o konunun ilminin ve öğretiminin yapılmasıdır. İslam ilimlerinin kuruluş dönemlerinde temel dinî ilimler akaid/kelam, fıkıh, tefsir ve hadis şeklinde teşekkül etmiş; bunlara Kur'an ve hadislerin yanında, dış kaynakların da etkisiyle tasavvuf eklenmiştir. Ortada kalan ahlak konusuna tasavvuf sahip çıkmış; o da kendi genel fikriyatına, dünya görüşüne uygun olarak tevekkül, teslimiyet, terk ve (insan özgürlüğünün reddi anlamında) kader gibi kavramları –ilk dönemdeki aktivizmin tersine– pasifleştirici anlamlarda yorumlamıştır. Zamanla tasavvufun etki alanını genişletmesine paralel olarak, Peygamberimiz ile ilk neslin hayatına hâkim olan –geçen haftaki yazımda bilgi sunmaya çalıştığım– 'dinamik dindarlık' anlayışının yerini 'pasif dindarlık' almıştır.

Bu din yorumu, Müslüman toplumların dünyevi hayatını yoksullaştıran, devletin maddi gücünü önemli ölçüde ganimet gelirlerine bağımlı kılan bir hayat, dünya ve ahlak tasavvuru üretmiştir. Zamanla tasavvufun Müslüman toplumların hücrelerine kadar yayılmasıyla bu pasifleştirici dindarlık tasavvuru bütün Müslüman toplumları kuşatmıştır.

Mutasavvıfların hâkim zihniyetini insanın özgürlüğü düşüncesini reddeden Eş'arîlerin cebirciliği oluşturur. Cebirci itaat anlayışı tasavvufta zirveye çıkar ve sonunda Allah karşısında kul "yıkayıcının elinde ölü" olur. Bildiğim kadarıyla mutasavvıflar arasında bu tabiri ilk defa Kuşeyrî Risâle'sinde ve Gazâlî İhyâ'sında kullanmıştır. Ancak onların kullanımında "yıkayıcı" Allah iken, kurumsal tasavvufun oluşmaya başladığı miladi 12. yüzyıldan sonra bu "yıkayıcı" şeyh/mürşid olmuştur.

Halbuki Kur'an'da ve Peygamber'in sîretinde insanı özgür ve aktif özne olarak gören, dinin de dünyanın da hakkını veren gerçekçi ve makul bir ahlak öğretisi vardır. Buna uygun olarak ilk asırlarda bireyin ve toplumun ahlâkî dindarlık düşüncesini besleyici bir ahlak eğitimi ve pratiği oluşturulmuştu.

***

İslâm ilim tarihinde ahlakın bir düşünce ve bilgi alanı olarak teşekkül etmesi, önemli temsilcilerini miladi 9–13. yüzyıllarda yetiştiren Müslüman filozoflar sayesinde olmuştur. Fakat Eş'ariyye kelamcılarının da gayretleriyle felsefî çizgideki fikirler itibardan düştü. Yine de bu çizgi bazı din âlimlerinin sistematik ahlak kitapları yazım geleneğini başlatmalarına da vesile oldu. Nitekim Râgıb el-Isfahânî, Ebü'l-Hasan el-Mâverdî, İbn Hazm, Gazâlî, Fahreddin er-Râzî gibi dinî ilimlerdeki saygınlığıyla tanınan, ayrıca dönemin felsefî birikimiyle de tanışıklığı olan âlimlerin gayretleriyle 'İslam ahlak ilmi' konusunda eserler yazıldı. Bu eserlerde felsefî sistem ve bakış açısı büyük ölçüde korunurken, felsefî ahlakta işlenen teorik ahlak konuları ayetler ve hadislerle de desteklenerek dinî/İslâmî bir görüntüye kavuşturulmuştur.