Üstad Kâni Karaca'yı kim kör etti

Hayatın insanoğluna yaşadıkça öğrettiği en etkili ders, hiçbir şeyin göründüğü gibi olmadığıdır.

Çocuk açısından hiçbir şey göründüğü gibi olmadığı için alakasız şeylerle saatlerce oynardık. Bir dal parçası at da olurdu, uçan süpürge de. Telden yaptığımız arabaları yarıştırırdık, iten biz değilmişiz gibi.

Gençlikle gerçeklik aşamasına geçtik. Beğendiğimiz kızın gördüğümüz gibi olduğunu düşündük, bize sataşana niyetine bakmaksızın yumruk sıktık, anne ve babamızın ikazlarını birer bukağı olarak gördük.

Orta yaştan sonra bu sefer bilerek çocuk oluyoruz. Kavga etmeyi faydasız görüyoruz, hayatın sertlikleri karşısında anlayışlı oluyoruz, nihayet bir olay veya şahsa kızmadan önce onu o harekete yönelten sebebi kavramaya çalışıyoruz. Çünkü bir hayatın içinde başka hayatlar gezindiğini biliyoruz.

İslamcı damarlarımızın kabardığı dönemde siyah beyaz yayın yapan TRT televizyonuna kandil ve Ramazan gecelerinde Mevlid, İlahi ve Kur'an-ı Kerim tilavetine katılan sanatçı hocalar çıkardı. Hepsinin adı aklımda değil ama Kâni Karaca'nın sureti hiç silinmiyor hafızamdan.

Sesi mükemmel bir terbiyeye sahipti. Yalnız mübalağalı bir okuyuş tarzı vardı. Mimikleri aşırı gelirdi. Sakalsız ve bıyıksızdı üstelik. Pek yakıştıramazdım icracı kimliğine. Gözlerinden eksik etmediği siyah gözlüğünün sırrını ise kısa bir süre sonra öğrenecektim: Âmaydı.

Doğuştan âma zannediyordum. Meğer ne yürek yakan, ne 'zalım' bir hikâyesi varmış bunun.

Mehmet Güntekin'in Turing dergisinin Mart 2024 tarihli sayısında çıkan yazısıyla bu hadisenin arka planına vakıf olduğumda ne yalan söyleyeyim eski düşüncelerimden hicap duydum.

1930 yılında Adana'nın Adalı köyünde dünyaya gelirken Kâni Karaca'nın gözleri görüyormuş. Peki, bir kaza mı geçirmiş de kaybetmiş gözlerini Hayır, çok daha Urfa ağzıyla söylersem- 'zalım' bir hikâyesi var. Şu:

"Acılı bir çocukluk geçirmişti. Tattığı ilk acı, henüz iki aylıkken, üvey annesinin bir kıskançlık krizi sonucunda gözlerini kasten kör etmesiydi."

Bu satırdan sonra bir süre okumaya devam edemedim. Keşke de okumasaymışım, çünkü beterin beteri varmış.

İki aylıkken kör edilen hafız sanatçımız bu feci olayın ardından ve henüz dünyadan haberi yokken bu defa babasını kaybetmiş. Sonra daha feci bir şey yaşamış. Babasının ölümünden sonra öz annesi evlenmek istemiş ama küçük Kâni kendisine ayak bağı olduğu için ondan kurtulmayı kafasına koymuş ve diri diri toprağa gömüp öldürmek istemiş. Ölümden bir tevafuk sonucu kurtarılan küçük çocuğu halası koruma altına alıp büyütmüş ve onu hafız olması için köylerinin imam ve öğretmeni olan Ali Hocaya götürmüş. Hafız çıkmış.

Adana'ya götürülüp Şefika Kadın Camii'nde Hafız Abdi Efendi'den musiki dersleri alan 20 yaşındaki genç hafız 1950 yılında Mustafa Özgür adlı bir tüccar tarafından İstanbul'a götürülmüş. Onun himayesinde İstanbul'un sanat yıldızları Sadettin Kaynak, Üsküdarlı Hafız Ali ve Sadettin Heper'in talebesi olmuş. İstanbul Radyosunda çalışmış, Şeb-i Arus törenlerinin vazgeçilmez ismi olmuş. "Sesi, repertuvarı, üslubu ve bütün musiki birikimiyle Türk musikisinde son asrın en büyük ustaları" arasına girmiş.