İsrail zindanlarında bir Türk subayı

İsrail zindanlarında bir Türk subayı

MUSTAFA ARMAĞAN

Küresel Sumud ve Özgürlük filolarının Gazze'ye ulaşma girişimleri aktivistlerin alıkonularak İsrail hapishanelerine atılması ve birkaç günlük hapishane tecrübeleri Gazze anlaşmasına rağmen son günlerin hararetli gündemini teşkil etti. Tartışmalar ve açıklamalar devam ediyor. Asıl meselenin Gazze halkının ve Filistinlilerin yaşadığı tarihin en büyük dramlarından birini bize unutturmamalı.

Bugün size, emekli bir Türk subayının bundan 60 yıl kadar önce İsrail zindanlarına düşmesi ve yıllarca türlü işkence ve zulümlere maruz kaldıktan sonra nasıl kurtulduğunu ve süreçte yaşadıklarını aktaracağım.

Kaynağını hemen söyleyeyim:

Mehmet Şahap Tan'ın İsrail Zindanlarında Bir Türk Subayı adlı kitabı 1967 yılında İstanbul'da neşredilmiştir. Yazar, bazı gazetelerde İsrail'in baskıları yüzünden yarım kalan ve eksik neşredilen tefrikaları kendi imkanlarıyla sansürsüz olarak kitaplaştırmıştır.

M. Şahap Tan, emekli bir Türk subayıdır. Anlaşıldığına göre, bir göz ameliyatı için 1950'lerin sonlarında İsrail'e uçakla gitmiş ve tavsiye üzerine Tel Aviv'de adresi verilen doktorun yazıhanesine uğramış. Ne var ki doktorun yurt dışına gitmiş olduğunu öğrenince, "Bari gelmişken birkaç gün bir yerleri gezip de yurda öyle döneyim" demiş. Dediği gibi de yapmış ve birkaç şehri gezmiş, bu arada bazı İsrail vatandaşlarıyla da tanışmış. Tam dönüş uçağına binip Türkiye'ye doğru yola çıkacağı sırada güvenlik görevlileri tarafından uçaktan indirilip tutuklanmış. Yazar İsrail'in içinde başka bir İsrail olduğunu böylece görmüş ama acı tecrübeler sonucunda.

Önce Emniyet Müdürlüğüne götürülüp sorgulanmış. Buraya kadar nazik bile davrandıkları söylenebilir kendisine. Ama hemen sonra hapishane daha doğrusu 'zindan' faslı başlamış ki, yıllar sürecek bir esaretin de başlangıcı olacaktır bu fasıl.

Zindanda işkenceler

Mehmet Şahap Tan'ın anlattığı kadarıyla hapishane veya işkence faslı bir buçuk ay kadar sürmüş. Burada yaşadığı işkencelerden birini şöyle anlatmış:

"Albayın soruları, başımı bir çelik mengene gibi sıkan sıcaklık ve ayaklarımı sanki kesen soğukluk arasında beynimi törpülüyor gibiydi. Bu kadar yezitçe bir işkenceyi düşünmek bile insanın tüylerini diken diken etmeye kâfiydi. Tarifsiz acılar içinde kıvranmama rağmen ağzımı açmadım. Çünkü en ufak bir cevapla, "İtiraf etti" diyerek aleyhime bir delil bulmuş gibi sevinecekti. Albayın soruları birbirini kovaladıkça, bağlı olarak oturduğum koltuğun arkasından gelen sesler de şiddetini artırıyordu. Bu müthiş ses insanı sonsuz boşluklara sürüklüyor, çıldıracak gibi oluyordum. Bir aralık öyle oldu ki: Artık albayın seslerini işitemiyordum. Birbirine zıt iki hararet arasında ve beynim acayip seslerden uyuşmuş vaziyette, karşımdaki albaya bakıyorum, fakat ağzının açılıp kapanmasından, arada sırada başını sallamasından başka bir şey fark etmiyordum. Bir meçhule doğru uçarcasına gittiğimi anladım. Altımdan gelen müthiş soğuk hava, tepemdeki dehşetli hararet artık sabır ve tahammülümü taşırıyordu. Sadece bir aralık dişlerimi deli gibi sıktığımı fark ettim. Aynı anda ağzımın içinde bir çıtırtı oldu, dişim kırılmıştı. Ağzım kan kokusu ile dolmuştu, daha fazla dayanamadım, bayılmışım.

Gözlerimi açtığım zaman, önce uzaklardan, çok uzaklardan, adımın çağırıldığını sandım. Ses uğultular arasından geliyordu ama, işitiyordum. Kollarımı, bacaklarımı çözmüşlerdi. İki nöbetçi de yanımdaydı. Albay da karşımda oturuyordu. Beyaz gömlekli sarışın bir adam da, elinde tansiyon aleti ile üzerime eğilmiş, tansiyonumu ölçüyordu. Göğsüme doğru eğildi, kalbimi dinledi. Halim o kadar bitkin ve perişandı ki: Doktorun basmakalıp suallerine zor cevap veriyordum, fakat o mütemadiyen soruyordu: "Kendiniz nasıl hissediyorsunuz Bir yeriniz ağrıyor mu Kalbinizde bir daralma var mı Mideniz bulanıyor mu Kulaklarınızda ağrı var mı"