İngilizler Hilafeti kaldırdığımıza memnun oldu mu

Hilafetin kaldırılışının üzerinden bugün itibariyle tam 100 yıl geçti. 100 yıl önce bütün olumsuzluklara rağmen ümmet ve milletimiz için bir umuttu Hilafet; dinî olduğu kadar siyasî bir silahtı.

Gazze'de beş aydır yaşananları ekranlardan içimiz kan ağlayarak seyrederken yüz milyonlarca Müslümanın bir avuç Siyonisti durduracak ne umudu kaldığını söyleyebiliyoruz, ne de gücü. Fikrimiz çaresiz, ellerimiz dermansız, kirpiklerimiz ıslak, erkekler gibi savaşamadığımız için ağlamayanlara kıyas edip ağlayabildiğimize şükrediyoruz.

Ne boş bir teselli! Netice bu mu olmalıydı

Nüfusunun bir buçuk milyara yaklaştığını söyledikleri sözde "İslam âlemi"nin hal-i perişanı cümlenin malumu. İsrail hastane bombalıyor, yüzlerce çocuk ve hasta ölüyor, Mekke ve Medine'yi elinde tutan Suudiler "köpek festivali" düzenlemekten vazgeçmiyor.

Sahiden aynı dine mi inanıyoruz Aynı dine inanıyorsak eğer inandığımız din, mensuplarına hiç olmazsa kederde ortaklık temin etmeli değil miydi Hani ümmet bir vücuda benzerdi Benzerdi bir zamanlar ama vücud öylesine yüksek dozda narkozlandı ki, birbiri ardınca batıp bıkan paslı bıçakların acısını hissetmez hale geldi.

Hilafet, bugün sayıları milyarla ifade edilen İslam âlemini birbirine kenetleyen ve yeryüzünde bu son dinin sağlıklı bir şekilde yaşanması ve varlığını idame etmesi imkânlarını temin eden ulu sancaktı. O ulu sancağın gölgesinde geçirilen Müslüman asırları her zaman pürüzsüz bir çizgi kat etmese de, Müslümanlar için, hatta o sancağın gölgesine sığınan gayrimüslimler için de bugüne kıyasla çok daha mesut devirler olarak tarihin hafızasındaki parlak yerini almıştır.

Emevi Halifesi Abdülmelik b. Mervan'dan Abbasi Halifesi Harun Reşid'e, oradan Yavuz Sultan Selim Han ve Sultan 2. Abdülhamid'e uzanan ışıklı çizgi, 19. asırda İngiltere, Fransa, İtalya ve Rusya kaynaklı dördü de milyonlarca Müslümana hükmediyordu, hatta 20. asrın ilk çeyreğinde dünyanın en geniş nüfusa sahip "İslam devleti" bizim İngiltere dediğimiz Britanya İmparatorluğuydu- yoğun propaganda ve dezenformasyon faaliyetiyle Halifeliğin gözden düşürülmesi ve itibarsızlaştırılması suikastine maruz kaldı.

Özellikle Sultan 2. Abdülhamid devrinde bu teşebbüslerle yoğun bir şekilde mücadele edildiğini biliyoruz. Hilafetin hem dinî, hem de siyasî mahiyeti ile Osmanlı hanedanında meşru bir surette bulunduğu çeşitli risale ve kitaplarla müdafaa edildi.

Neticede İslamiyet'in kadim kurumu olan ve Hz. Ebubekir (ra) ile başlayıp Halife Abdülmecid ile biten 13 asırlık Halifelik kurumu 3 Mart 1924 tarihi itibariyle Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından lağvedildi. O gün bu gündür İslam âlemi bu koruyucu şemsiyeden mahrum, imamesi kopmuş bir tespih gibi darmadağınıktır. Arap Birliği, İslam Konferansı gibi suni teşkilatların hiçbir yaptırım gücü olmadığını, varlığı ile yokluğu arasında bir fark bulunmadığını son Kudüs'ün işgalci İsrail'in başkenti ilan edilmesi ve Gazze soykırımı hadiselerinde bir kere daha görmüş olduk.

Oysa İslamofobinin dünya çapında zirveye çıktığı İslamiyet'in bu sancılı sürecinde Hilafet kurumunu ve tarihini hatırlamanın lüzumu ortada.

Hilafet neydi

Peygamber Efendimizin (sav) dâr-ı bekaya irtihali üzerine Medine'de toplananlar Hz. Ebubekir'i (ra) Halifetu Resulillah yani Allah'ın Elçisinin Halifesi seçtiler. Halife, kelime anlamı itibariye birinin yerine geçen, vekil demektir. Bu durumda Hz. Ebubekir, Resulullah Efendimizin (sav) yerine gelmişti. Dolayısıyla Halife Allah'ın değil, Resulullah'ın halifesiydi. Hatta Hz. Ömer'in birisi tarafından kendisine "Halifetullah" (Allah'ın halifesi) diye hitap edilmesi karşısında tepki gösterdiği, Resulullah'ın halifesi olduğunu söylediği bilinir.

Böyle başlamış olan Hilafet macerası 13 asır sonra Sultan Abdülhamid devrinde yeniden önem kazanacak ve hem dinî, hem de siyasî açıdan formüle edilecekti. Prof. Dr. Namık Sinan Turan bu noktada tam bir emniyetle Sultan Abdülhamid'in İslam Birliği ve Hilafet siyaseti hakkında şunları yazmaktadır:

"Halifenin dünyanın neresinde olurlarsa olsun İslam halklarıyla diyalog kurma çabaları makamın etkinlik sahasını geliştirmeye yönelik olup, bu bölgelerden de olumlu karşılık görmekteydi. Özellikle Hindistan gibi sömürge idaresindeki Müslüman halklar arasında Osmanlı halifesinin saygınlığı üst noktaya erişecekti. Dönemin politik çatışmaları dikkate alındığında diplomasi sahasındaki bu girişimler Osmanlı İmparatorluğu'nun rahat bir soluk alışında etkili rol oynadı." (