Post-Ütopya Çağında İnsan Hakları: Değersel ve Sistemsel Çöküş

Modern devlet düşüncesi ve siyasal aklın yaklaşık iki yüzyıllık tarihsel serüveni içerisinde icat edilen modern insan hakları fikri, modernitenin en görkemli ve saygın ütopyası olarak ortaya çıkmıştır. Bir değerler manzumesi olarak üretilen bu modern politik icat, sözleşmeler temelinde giderek daha sofistike biçimde kavramsallaştırılmış, bölgesel ve uluslarüstü kurumsal yapılara dönüştürülmüştür. Öyle ki insan haklarının yirminci yüzyılda kredosunu ve temel ilkelerini normlaştıran temel referans metnini İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi (İHEB) oluşturmuştur. Söz konusu Beyannamenin 1948 yılında Birleşmiş Milletler (BM) tarafından tüm dünya uluslarına deklare edilmesi, daha barışçıl ve adil bir dünyaya doğru atılan önemli bir ilkesel adım olarak coşkuyla kutlanmıştır. Zira İkinci Dünya Savaşı'nın ve Holokost dehşetinin ardından atılan bu tarihi adım, herkesin temel insan haklarına saygı duyulduğu daha adil bir dünyanın mümkün olabileceğine dair bir umut ışığı olarak görülmüştür.

İkinci Dünya Savaşı'nın trajedilerinden sonra oluşan insan hakları müktesebatının politik arka planını Batı'nın sömürgeci pratikleri oluşturmuştur. Nitekim global düzenin hegemonik güçleri "demokrasi" ve "insan hakları"nı koruma ve geliştirme kisvesi altında Küresel Güney ulusları üzerinde açık bir sömürge düzeni inşa etmişlerdir. Ne yazık ki modern Batı düşüncesinin fikri mülkiyetini kendine özgülediği bu kavramsallaştırma, derin bir anlam yitimine uğramıştır. Batı dünyasının merkezinde yaşanan Holokost sonrasında üretilen insan hakları retoriğinin 'etnik temizliklerle, soykırımlarla ve savaşlarla' anlamsızlaştırılması endişe verici boyutlara ulaşmıştır. Günümüzde tanıklık ettiğimiz 'etnik temizlikler, soykırımlar ve savaşlar' karşısında modern çağın en popüler söylencesi olarak üretilen insan haklarının büyüsü bozulmuştur. Samuel Moyn'un nitelendirmesiyle Batı'nın "son ütopyası" olarak görülen insan hakları, distopik ve trajedik bir senaryo ile sonlanmıştır. Ne yazık ki bu modern ütopya, küresel bir totaliteryenizme doğru evrilmiştir. Globalize edilerek totalleştirilen korku (fobia) iklimiyle biçimlenen naif modern ütopik tahayyül, trajedilerle kirlenmiş bir distopyaya dönüşmüştür. İdeal ulus toplulukları fikri, kayıp değerler dünyasının toplu mezarlığına gömülmüştür.

Ancak global insan hakları rejimi ve söylemindeki bu krizin yeni olmadığı ifade edilmelidir. Batı'nın insan haklarına yönelik hipokratik yaklaşımı, dünya uluslarının her bir ferdinin temel insan haklarını korumayı ve geliştirmeyi amaçlayan kurumsal mekanizmaları aşındırmıştır. Batı'nın bu hipokratik yaklaşımı, İsrail'in Filistin halkına yönelik ağır insan hakları ihlalleri karşısındaki suskunluk ve duyarsızlığında görülmektedir. Öyle ki Ukrayna-Rusya savaşında tüm ulusal imkan ve zenginliklerini seferber eden, askeri ve siyasi tahkimatını yapan Batı dünyasıcephesi, Filistin halkına yönelik devlet terörü ve savaş suçları karşısında küresel vicdani duyarlılığını ortaya koymaktan imtina etmiştir. Bilakis Batı dünyası ağır insan hakları ve insancıl hukuk ihlallerini destekleyici bir politik tutum sergilemiştir. Asimetrik bir devlet şiddeti ve gücü karşısında mazlum Filistin halkı, uluslararası insan hakları hukukunun sözleşmesel ve mekanizmasal koruma güvencelerinin kapsamı dışında bırakılmıştır. Batı'nın bu ötekileştirici, hipokratik ve dışlayıcı dispolitik tavrı neticesinde Filistin halkı, uluslararası hukuk ve insancıl hukuk normlarının '