Küresel siyasal düzenin reformasyonu

Birleşmiş Milletler Genel Kurulu'nun (BMGK) 78'inci oturumu, geçtiğimiz haftalarda 193 üye devletin liderlerinin küresel konulara ilişkin konuşmalarıyla gerçekleştirildi. BM Genel Kurulu 78'inci Dönem Başkanı Dennis Francis, 19 Eylül 2023 tarihinde liderlerin Sürdürülebilir Kalkınma Amaçları konusunda ilerlemeyi hızlandırmayı tartıştıkları yıllık Üst Düzey Oturumun açılışını "güvenin yeniden inşası" ve "küresel dayanışmanın yeniden canlandırılması" teması altında gerçekleştirdi. BM Genel Kurulu toplantıları kapsamında "Sürdürülebilir Kalkınma Amaçları, İklim Hedefi Zirvesi, Pandemi Sonrası Dünya ve Gelecek Zirvesi" gibi global konular ve sorunlar gündeme getirildi.

BM 77'nci Genel Kurul Başkanı Csaba Körösi'nin "BM'nin günümüzün küresel zorluklarına uygun biçimde reform edilmesi gerektiğine yönelik çağrısı" küresel gündemin merkezine yerleşti. Körösi'nin reform çağrısı, BM Genel Kurulu'nun ve BM Güvenlik Konseyi'nin günümüzün zorluklarına yanıt verebilecek biçimde revizyonunu öngörmektedir. BM'nin kurumsal yapısına ilişkin revizyonist bir yaklaşımın geliştirilememesi durumunda BM Güvenlik Konseyi'nin küresel meselelere çözüm üretmek yerine sorunları derinleştirmeye ve kronikleştirmeye başlayacağı uyarısı bu noktada önem arz etmektedir.

Bugün, kurulu dünya düzeninin küresel aktörlerinin -BM- gözleri önünde sergilenen ağır insan hakları ve güvenlik kriziyle karşı karşıyayız. Global dünya düzeninin, "bölgesel gelir dengesizlikleri, kimlik bunalımları, ötekileştirilmiş ve ayrıştırılmış etnik ve sosyal sınıflar, küresel adaletsizlikler ve yaygın yoksulluklar" gibi derin insani ve sosyal krizler ürettiği görülmektedir. "Ötekileştiren", "dışsallaştıran", demografik ve kültürel açıdan çeşitlendikçe "düşmanlaştıran" bir düzen çarkının hüküm sürdüğüne tanıklık etmekteyiz. Öyle ki bu dışsallaştırıcı düzen, küresel iktidar coğrafyalarında "ötekileştirme, ırkçılık ve faşizmin" yükselmesine yol açmaktadır. Bölgesel ve küresel barış noktasında sürdürülebilirliğini yitiren global sistemin çöküşü, içe dönük biçimde sistemsel bir konsolidasyon sürecine neden olmaktadır.

İdeolojik bölünmüşlük ve çift kutupluluk temelinde yapılandırılmış küresel dünya düzeni, güç dengelerini tahkim etme ve meşrulaştırma amacını taşımaktadır. BM'nin beşli hegemonik yapısı, "emperyal çeteleşmenin" küresel iktidar ağının dışında kalan bütün ulusları ve yurttaşları tabiiyet ilişkisine mahkum etmeyi amaçlamaktadır. Bu dışlayıcı global ideoloji, neo-kolonyalizmin emperyal güç odaklarında küreselleşmesini temin etmektedir. Global düzene egemen olan bu ideolojiyi, ulusların egemenlik hakları başta olmak üzere insan hak ve özgürlüklerini kırılganlaştıran ve gölgeleyen bir ihlal ve istismar odaklı küresel güç yozlaşması olarak tanımlayabiliriz. Bu yozlaşmış küresel düzende veto hakkına sahip beş ülke dışındaki tüm dünya uluslarının sözleşmeler ve başkaca koruyucu mekanizmalar üzerinden 'sözde güvenceye' kavuşturulan yaşamsal haklarının, beşli gücün kendi içlerindeki çıkar çatışmalarında bir mübadele aracı olarak araçsallaştırıldığına tanıklık etmekteyiz.

Global siyasal sisteme içkin ikircikli uluslararası diplomasi dili ile örüntülenen pragmatik dış politik tutum, dünya yurttaşlarının ulusal egemenlik başta olmak üzere çok sayıda temel hak ve özgürlüklerini ihlal etmektedir. Uygarlığın bütün kırılgan değer alanları, global ölçekte devam etmekte olan insan haklarına yönelik kriz alanlarıyla dinamitlenmektedir. Yıkıcı sömürgeler tarihi boyunca, 'ilkel dünya' ve 'üçüncü dünya' olarak nitelenen insan coğrafyalarına yönelik dışlayıcı ideolojik pratikler, insan haklarına yönelik sorun alanlarını derinleştirmektedir. Bu kriz halinin ağır bilançosunu, "insanlık dışı muamelelere maruz kalan yurttaşlar; taciz ve tecavüze uğrayan kadınlar; savaşlar, ölüme mahkûm edilen çocuklar; etnik ve dinsel temizliğe maruz bırakılan topluluklar ve doğanın tahribatı" olarak sıralayabiliriz.

BM şartıyla (1945) teşekkül ettirilen uluslararası düzenin inanç esasları (kredosu) ile etik ilkeleri olarak milletler kamuoyuna ilan edilen İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi (1948) arasında insan haklarının korunması ve geliştirilmesi noktasında bir 'koruma boşluğu' olduğunu söyleyebiliriz. Zira hem ulusal düzeyde kamu otoritesi ile yurttaş ya da bireyler arasında asimetrik ilişkiyi güvence altına alacak bir düzenin oluşturulması hem de uluslar arasında uluslararası hukuk ve insancıl hukukun ihlalleriyle ortaya çıkabilecek sorunların önlenmesi noktasında etkili bir içermeci mekanizmaya gereksinim bulunmaktadır. Nitekim bu dışlayıcı global düzenin ortaya çıkardığı küresel menfaat dengesi 'koruma boşluğunu' derinleştirmektedir. Öyle ki 78 yılı deviren bu kurumsal üst yapı, insan haklarını koruma noktasında yerleşik sistemsel tıkanıklarla yüzleşmektedir.