Küresel Hipokrasi: İnsan Hakları Siyasetinin Kırılganlığı

Dünya bugün Gazze'de yaşanmakta olan asimetrik bir savaş durumuna, insanlık dışı yıkım ve trajedilere tanıklık etmektedir. Yaklaşık 2,5 milyon nüfuslu Gazze'de en az 200 bin kişinin yerinden edildiği kaydedilmektedir. Gazze'yi abluka altına alan bu tedhiş hareketi ve şiddet terörü, insancıl hukukun temel normlarının ihlaline yol açmaktadır. Nitekim Filistinli sivil halkın topraklarından sürülerek yurtsuzlaştırılması, evrensel insan hakları değerlerinin ve uluslararası insan hakları hukuku normlarının ihlali niteliğindedir. İsrail ile Filistin arasında 1948 yılından bu yana devam etmekte olan çatışmalar, temel insan hak ve özgürlüklerinin kullanımı noktasındaki kırılganlıkları gözler önüne sermektedir. İsrail'in Gazze ablukası sonucu halihazırda vehamet teşkil eden insani durum daha da vahim ve trajik bir hal almaktadır. Nitekim Gazze'de 16 yıldır başta kadınlar, çocuklar ve yaşlı bireyler olmak üzere milyonlarca insanın temel gıda, su, ilaç ve tıbbi gereçler gibi yaşamsal kaynaklara erişememesi neticesinde bölgenin adeta bir "açık hava hapishanesine" dönüştürüldüğü görülmektedir.

Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM) Genel Kurulu'nda, Meclis'te grubu bulunan tüm siyasi partilerin imzasıyla Filistin ve İsrail arasında yaşanan çatışmalara ilişkin yayımlanan ortak bildiride vurgulandığı üzere "kolektif cezalandırma yöntemleri ile hedefi doğrudan siviller olan saldırılar, Gazze'de bitmeyen insani trajediyi derinleştirmektedir." Bundan ötürü tüm dünyanın gözleri önünde yaşanan ağır insan hakları ihlallerinin "uluslararası insan hakları hukuku; küresel insan hakları siyaseti ve insancıl hukuk normları" açısından global bir insani ve vicdani duyarlılıkla ele alınması gerekmektedir.

İnsanlık tarihi 'sürgün, etnik temizlik, soykırım ve savaş suçları' gibi trajedilere tanıklık etmiştir. Bütün bu insani trajedilerin bir daha yaşanmaması adına İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi inşai bir söylem ve evrensel kolektif değer olarak bütün dünyaya ilan edilmiştir. Bildirgenin 1. maddesi "Tüm insanların özgür, değer ve hak bakımından eşit olarak doğduklarını; akıl ve vicdana sahip olduklarını ve birbirlerine karşı kardeşlik düşünceleriyle davranmalarını" bir insani ve vicdani buyruk olarak dile getirmiştir. Ancak ne yazık ki küresel insan hakları siyaseti ve pratiği söz konusu değerler manzumesinin uzağında hegemonik güç gösterimleri üzerinden elitist biçimde bazı beşeri coğrafyaları yoksullaştırmakta, yoksunlaştırmakta ve kurbanlaştırmaktadır. Öyle ki bu evrensel dizgeye rağmen bugün dünyada savaşlar, silahlı çatışmalar, sürgünler, etnik temizlikler ve askeri müdahaleler olağanlaştırılmaktadır.

Silahlı çatışma kuralları, Birleşmiş Milletler'e (BM) üye devletler tarafından onaylanan ve uluslararası savaş suçları mahkemelerinin kararlarıyla desteklenen Cenevre Sözleşmeleriyle ortaya çıkmıştır. 'Silahlı Çatışma Hukuku' ya da 'Uluslararası İnsancıl Hukuk' normları askerlere, sivillere ve savaş esirlerine yönelik muameleyi düzenleyen bir dizi antlaşmadan oluşmaktadır. "Uluslararası insancıl hukuk" kuralları kapsamında savaşın yıkıcı etkilerinden uzak tutulması gereken sivil halkın ve özellikle de kadınlar, çocuklar ve yaşlılar gibi hassas grupların korunması gerekirken bunların çatışmanın tam hedefinde yer aldığına tanıklık edilmektedir. Sivil halka yönelik toplu katliam niteliğindeki bombardımanlar, elektrik ve su kesintisi ve hastanelerin tahrip edilmesi insancıl hukuk normlarının açık ihlali niteliğindedir.