Hak Anayasacılığı: Yüzüncü Yılda Anayasal Vizyon

Darbe döneminde yaşanan sosyo-politik kırılmaları ve sosyo-psikolojik travmaları kalıcılaştıran anti-demokratik ruhu ve normatif kurgusuyla 1982 Anayasası, demokratik siyasal alanı bloke edici bir vesayet rejimi inşa etmiştir. İlgili vesayet odaklarının alanlarını daha da genişletme ve tahkim etme noktasındaki apolitik otoriteryen iradesi, parçalı demokratik siyasallığın kırılganlığına bağlı biçimde sürekli olarak güç kazanmış ve genişlemiştir. Darbeci zihniyetin bir mirası olarak 1982 Anayasasında yapılan değişikliklerle birlikte 2002 yılından bu yana siyasi partilerin kapatılması zorlaştırılmış; dezavantajlı gruplara yönelik pozitif ayrımcılık Anayasada yer almış; Anayasa Mahkemesine bireysel başvuru hakkı getirilmiş; yeni idari hak arama kurumları ihdas edilmiş; kişisel verilerin güvenliği hakkı ve buna benzer çok sayıda hak alanı anayasal güvenceye kavuşturulmuştur.

Bu kapsamlı değişikliklerin 1982 Anayasasına içkin olan anti-demokratik darbe ruhu ve siyasal alanı vesayet edici aklı açısından görece bir iyileşme durumu var ettiğini ifade edebiliriz. Nitekim 1987 yılından itibaren 23 kez revize edilen Anayasanın 177 maddesinin 134'ü değiştirilerek birtakım anayasal reformlara imza atılmıştır. Ayrıca 2017 Anayasa Değişikliği Referandumu ile birlikte tarihi bir hükümet sistemi değişikliğine gidilmiştir. Ancak bütün bu köklü değişimlere rağmen 1982 Anayasasının anti-politik ve vesayetçi normatif dokusu, bir darbe anayasası olarak onun içkin yapısının dönüşümüne imkan sağlamamıştır. Yapılan tüm bu değişiklikler, anayasanın normatif sistematiğini, terminolojik ve semantik bütünlüğünü bozmuştur. Nitekim hak ve özgürlükler temelinde reformist anayasal güvenceler getirilmiş olmakla birlikte 1982 Anayasası, siyasal alanın ve siyasi aktörlerin politik kırılganlıkları üzerinden demokratik meşruiyeti mahkum edebilecek apolitik vesayetçi ruhunu bir öz olarak taşımaktadır.

Küreselleşme, dijitalleşme, teknolojik ve sosyolojik değişimler ve buna bağlı biçimde ortaya çıkan köklü dönüşümler yeni hak dizgelerinin anayasal güvenceye kavuşturulmasını gerekli kılmaktadır. 1982 Anayasası, bu dönüştürücü ve tayin edici çağdaş dinamikleri karşılama kapasitesinden yoksun ve çağın ruhuna uygunluk arz etmeyen bir anayasa olarak karşımızda durmaktadır. Soğuk Savaş dönemine özgü içe kapanmacı bir tarihi siyasal ruh taşıyan 1982 Anayasası, sonrasında dünyada demokratikleşme dalgaları neticesinde ortaya çıkan anayasal gelişmelerin bağlamsal ruhunu ıskalamıştır. Bu yönüyle 1982 Anayasası tarih dışı arkaik bir zamana özgülenen bir metinsel kurguya sahiptir. Milenyumun başından itibaren radikal siyasal reform politikaları doğrultusunda atılan adımlar hak temelli anayasallık perspektifi açısından oldukça anlamlı bir gelişme olarak kaydedilse de yeterliliğinden söz etmek mümkün değildir. Cumhuriyetimizin yüzüncü yılını idrak ettiğimiz bu tarihsel zaman diliminin kurucu sembolizmi üzerinden yeni bir yüzyıl anayasası inşa etme ve toplumsal sözleşme kurma iradesi oldukça anlamlıdır. Bu anlamlı kurucu anayasallık iradesinin köklendiği paradigma, toplumsal özgüllüğümüzü karşılamanın yanı sıra çağın ruhuna hitap eden bir vizyon belgesi olması yönüyle önem arz etmektedir.

Anayasallık temelinde ortaya çıkan derin boşluk, mevcut dinamiklerin dönüştürücü etkileri karşısında hak öznesi olarak bireyin hak ve özgürlük alanının güvenceli kılınması noktasında yetersiz kalmaktadır. Bundan ötürü modern çağın dinamiklerini esas alan çok aktörlü, çok paydaşlı ve katılımcı bir metodolojiyle hazırlanan sivil bir anayasanın gereği ortadadır. Öyle ki Thomas Jefferson'un 1789 yılında James Madison'a yazmış olduğu mektubunda isabetle ifade ettiği üzere "Tüm anayasalar doğaları itibariyle 19 yılda bir eskirler. Zira dünya, 'bizzat yaşayanlara aittir'. Bundan ötürü her kuşak kendi anayasasını yapma hakkına sahiptir."

Her kuşağın kendi anayasasını yapma hakkına sahip olduğu öngörüsüyle birlikte anayasacılık pratiği, devletin mutlak gücüne sınırlar koymak ve yurttaşlara 'modern insanın özgürlüğü' olarak nitelendirilen devlet müdahalesinden soyutlanmış belirli bir alan sağlamak amacıyla geliştirilmektedir. Bu durum beraberinde toplumsal yapıların özerk sosyal alanlarına doğrudan devlet müdahalesini de doğurmaktadır. Böylelikle normatif alan ile toplumsal alan arasında bir "uyumsuzluk" meydana gelmektedir. Nitekim Habermas'ın isabetle ifade ettiği üzere bu durum toplumsal alanın "yaşam dünyasının sömürgeleştirilmesi" ya da hukukun bir "hiper-sosyalleşmesi" olarak kavramsallaştırdığı siyaset veya diğer düzenlenmiş alt sistemler tarafından "ele geçirilmesine" yol açabilmektedir.

Modern anayasacılık tarihinde doğal hukuk ve sonrasında doğal hakların normativize edilmesiyle birlikte bir toplumsal sözleşme olarak anayasalar insan haklarının normatif güvencesi haline gelmiştir. Modern anayasaları, sosyo-legal ve sosyo-politik alanı düzenleyen "toplumsal sözleşmeler" olarak nitelendirebiliriz. Ayrıca modern anayasalar, bireyin devlet karşısındaki ve toplum içindeki yasal haklarını belirleyen bir 'haklar bildirgesi' olarak değerlendirilebilir. Haklar bildirgesi olarak anayasalar; "insan onuru, özgürlük, eşitlik ve adalet" gibi etik ve normatif değerleri ihtiva etmektedir. Bu açıdan bakıldığı zaman insan haklarının, modern devletin anayasal düzeninin merkezinde yer aldığı görülmektedir. Bu yönüyle insan hakları yalnızca birey, gruplar ve devlet arasındaki ilişkileri belirlemekle kalmamakta aynı zamanda devlet yapılarına, karar alma ve denetleme süreçlerine de nüfuz etmektedir. Hukuk-politik metin olarak anayasaların siyasal meşruiyetini oluşturan esas ögeyi ise insan hakları oluşturmaktadır.

Modernleşme, sanayileşme ve teknolojik dönüşümlerin getirdiği dinamiklere koşut biçimde yeni anayasacılık türlerinin de ortaya çıktığı görülmektedir. Bu doğrultuda anayasalar, giderek artan sayıda hak türlerini içermektedir. İkinci Dünya Savaşı'ndan bu yana anayasacılığın küresel evriminde "haklar kayması ya da artan sayıda hakkı güvence altına alma eğilimi; yargı denetiminin yaygınlaşması ve anayasaların çoğunda yer alan genel hakların varlığı" olmak üzere üç tür eğilim söz konusudur. David S. Law ve Mila Versteeg'in kavramsallaştırdığı "haklar kayması" (rights creep) İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra küresel olarak yaygınlık kazanmıştır. 1900'lü yıllarda bir anayasa için ortalama hak sayısı 20'nin altındayken, bu sayının günümüzde 40'ın üzerinde olduğu görülmektedir.