Aydınlanma düşüncesinin 'varlık, değer ve insan' algısı temelinde, zamanla şekillenen modern politik felsefenin en köklü ve en temel kavramsal yapı taşlarından birisini 'adalet' ve 'insan onuru' gibi temel erdemlere dayanan 'insan hakları' oluşturmaktadır. İnsanlık tarihinin ortak bir müktesebatı haline gelen 'değerler dizgesi' etrafında şekillenen insan hakları 'akıl' temelinde normatif bir forma dönüşmüştür. Bu anlamda özellikle İkinci Dünya Savaşı sonrasında modern insan hakları düşüncesi, evrimsel bir süreç içerisinde zengin bir temel haklar ve özgürlükler yelpazesi oluşturmuştur. Bununla birlikte değerler bütününü içeren insan hakları külliyatının temelleri, Batı'nın sömürgeci politik anlayışı doğrultusunda şekillenmiştir.
Batı dünyasının 'üçüncü dünya' uluslarını dışlayan insan tasavvuru; ırk, etnisite, din ve sınıf gibi ayrımcı temeller üzerine kurulu insani trajedilerin yaşanmasına sebep olmuştur. Bu türden ayrımcı insan tasavvurunun küresel ölçekteki yıkıcı etkilerini gözler önüne seren somut örneklerden biri, yeni enternasyonal 'ulus doktrini'nin etkisiyle patlak veren Birinci Dünya Savaşı neticesinde ortaya çıkmıştır. Küresel ölçekte diğer bir büyük trajediye ise Yahudiler, Romanlar, Leh etnik kökenliler, savaş esirleri ve engelli bireyler gibi milyonlarca insanın yaşamını yitirdiği İkinci Dünya Savaşı'nda tanıklık edilmiştir. Bu savaş, insan haklarının evriminde bir dönüm noktası oluşturması ve yeni bir dünya düzeninin temellerini atması açısından önem arz etmektedir. İkinci Dünya Savaşı sonrası gelişen düzende küresel insan hakları siyaseti; Amerika Birleşik Devletleri, Çin, Fransa, Birleşik Krallık ve Sovyetler Birliği'nin ulusal menfaatleri doğrultusunda yapılandırılmıştır. Bu ulus çıkarı ekseninde gelişen elitist hegemonik yapılanma, uygulamada küresel insan hakları yönetişimindeki sistemsel krizin esasını oluşturmuştur.
Yirminci yüzyılda Avrupa'nın trajedilerle dolu geçmişine Srebrenitsa Soykırımı ile yeni bir acı sayfa eklenmiş ve küresel insan hakları sistemindeki 'koruma boşluğu' ile yüzleşilmiştir. Öte yandan dünya; milenyum çağında da soykırımlar, savaşlar ve iç çatışmalar gibi insanlık ve insan hakları krizine tanıklık etmiştir. Bu bağlamda, küresel bir umutsuzluk dalgası oluşturan insan hakları krizlerinin yirmi birinci yüzyılın ilk çeyreğindeki son halkasını, 7 Ekim 2023 tarihinden itibaren İsrail'in Filistinlilere yönelik evrensel insan hakları değerlerini ve normlarını tamamıyla yadsıyan soykırım ve şiddet uygulamaları oluşturmuştur.
Yüzyılı aşkın bir süredir işgal politikasını devam ettiren İsrail, devlet terörüne dayalı uygulanan apartheid rejimi çerçevesinde Filistinlilere yönelik asimetrik saldırılar ve yoğun hak ihlalleri gerçekleştirmektedir. Bu anlamda etnik temizliğe ve soykırıma varan hak ihlalleri, küresel insan hakları sistemine egemen uluslararası aktörlerin kayıtsızlığıyla birlikte Filistin'deki insanlık dramını her geçen gün onarılması imkânsız hale getirmektedir. Uluslararası toplumun bütün aktörlerinin gözleri önünde İsrail, Amerika Birleşik Devletleri ve bazı Avrupa ülkelerinin de iştirakiyle Filistin'de gerçekleştirilen insanlık trajedisi, küresel insan hakları yönetişiminin değersel, normsal ve sistemsel çöküşünü açık biçimde bir kez daha ortaya koymaktadır. Ayrıca Amerika Birleşik Devletleri'nde açıkça gündeme getirilen Filistinlilerin yurtsuzlaştırılması söylemleri; insan hakları müktesebatının ve bölge halkının kolektif iradesinin yok sayıldığının açık bir göstergesidir. Kuşkusuz bu türden söylemlerin Filistin'deki insanlık krizini ve bölgedeki çözümsüzlüğü derinleştireceği aşikârdır.
Bugün, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi ve Avrupa Birliği'nin hegemonik iktidarının himayesinde Siyonist teo-politikaya dayanan neokolonyalizm anlayışı çerçevesinde Filistin'de insan hakları ve insanlık krizi yaşanmaktadır. Bu neokolonyalist hegemoni; Filistinli halkın tüm insan haklarını göz ardı eden, bölgenin tarihsel dinamiğini, yaşanmışlıkları ve bölgenin kültürel zenginliği yok sayan bir anlayışı bünyesinde barındırmaktadır.
Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'nde daimi üye olarak imtiyazlı kılınan Amerika Birleşik Devletleri, Çin, Fransa, Birleşik Krallık ve Rusya'nın mutlak veto edici iktidarı; küresel insan hakları yönetişimindeki yapısal ve sistemsel krizin en temel kaynaklarından birini oluşturmaktadır. Bu anlamda imtiyazlı kılınan beşli daimi üyenin tahakküm ettiği neokolonyalist hegemoni çerçevesinde uluslararası toplumun diğer aktörlerinin hak temelli talepleri görmezden gelinmektedir. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'ne paralel olarak Avrupa Birliği de imtiyazlı ulus çıkarlarını esas alarak insan haklarına içkin değerleri yadsıyan neokolonyalist politikalar takip etmektedir. Bu anlamda Avrupa Birliği'nin neokolonyalist politikaları çerçevesinde insan hakları söylemi ile kolektif eylemleri arasında derin uçurumlar bulunmaktadır.