Antakya mutfağının en özel temsilcisi

Amalımescit'teki Antiochia'ya 16 yıl kadar önce ilk açıldığı dönemde gitmiş, kentlerine gönül vermiş Antakyalı Gülüm ailesinin gastronomi tutkunu iki üyesi Süleyman Gülüm ve Jale Balcı ile o günlerde tanışmıştım. Sonra dostluğumuz, arkadaşlığımız hiç bitmedi.

Birlikte Antakya seyahati yaptık, ailenin diğer fertleriyle de tanıştım. Sofralarında bugün bile tadı damağımda olan yemekler yedim, restoranla aynı adı taşıyan sabun atölyelerini dolaştım.
Ama maalesef deprem sonrası ne o evleri ne de atölyeleri ayakta.
Hafta içinde Casa Botter'deki Nuri İyem sergisini dolaştıktan sonra yer bulamama riskini göze alıp, bu kadar yakınına gelmişken uğramadan olmaz deyip Süleyman Gülüm'ün bir İstanbul klasiğine dönüştürdüğü Antiochia'ya gittik.
Uzun süredir gitme fırsatı bulamadığım restoran tam da tahmin ettiğimiz gibi neredeyse doluydu.
Nasıl hepsini bir arada taşıdığına hayret etsem de Süleyman Gülüm'ü işini yine aşkla yaparken, elindeki beş sıcak tabağı soğutmadan masaya götürmeye çalışırken bulduk.
Mekânın kalabalığı, masalardan gelen farklı dillerdeki konuşmalar, insanların mutlu hali, masadan masaya sohbetler de İstanbul'un artık kültürlerin buluşma noktası bir megapol olduğunu, küresel bir gastronomi kenti olma yolunda hızla ilerlediğini gösteriyordu.
Antiochia'nın zaten müdavimleri çoktur, Antakya mutfağını kim, ne zaman özlese mutlaka oraya gider.
Ama yabancı turistlerin de İstanbul'a her gelişlerinde ziyaret ettiği, hatta gelmeden önce yer ayırttığı bir yere dönüşmek, her gece tam kapasite çalışmak kolay değil.
Ardında büyük bir emek, kaliteli malzeme, egosuz bir kişilik, bilge bir tavır ve ekibine saygı var.
Bu harmoniye bir de Antakya mutfağını temsil eden lezzetler eklenince sonuçta cazibe merkezi bir klasiğe dönüşüyorsunuz.
Yemeklere gelince o da ayrı bir hikâye. Masaya oturur oturmaz gelen sıcak simit zeytinyağı ve zahter üçlüsünden naneli kebaba, kuzu pirzoladan lokuma her bir tabağın lezzeti muhteşemdi. Lahmacun, içli köfte, tepsi kebabı ise bir başka sefere kaldı...

strong class'read-more-detail'Haberin Devamı

GÖKTÜRK GASTRONOMİK DURAK OLUR MU

Neredeyse 20 yıl geçmiş şehirden kaçıp daha sakin bir yaşam arayışıyla Göktürk'te yaşamaya karar verişimizin üstünden. Gerçekten de son birkaç yılı saymazsak sakin, kasabıyla, manavıyla, eczanesiyle çocukluğumdaki kasaba havasını yaşatan bir ruhu vardı.
Ancak iş dışarıda yemek yemeğe geldiğinde tablo değişiyordu. Pek fazla restoran seçeneği yoktu. İyi niyetle bu eksikliği görüp restoran açanlar olmuyor değildi ancak Göktürk'te yaşamayı seçenler hâlâ şehir merkezinde alışkın oldukları yerlere gitmeyi tercih ediyordu.
Direnenler olsa da ilk açılan yerlerin birçoğu da maalesef bir süre sonra kapılarını kapatmak zorunda kaldı. Ta ki İstanbul Havalimanı açılana ve Göktürk betonlaşma yolunda hızla ilerleyene dek. Sakinliği kaybettik ama köyümüz yeni yeni açılan, farklı beklentileri karşılayan restoranları ve kafeleriyle bambaşka bir ruha büründü.
Bunların içinde beni heyecanlandıran son keşfim de Sup Restoran oldu.
Sup daha kapısından girdiğiniz andan itibaren güler yüzle karşılanmadan dekorasyonuna insanı sarıp sarmalayan zarif bir mekân. Menü kartı da bu izlenimlerimizi karşılayan yalınlıkta.
Altı kişi bir aile yemeğine gittiğimiz için menüdeki birçok çeşidi deneme şansımız da oldu.
Salataları atladık ama iki ara sıcak kızıl ciğer ve karides mücveri, humus roastbeef, muhammara, babagannuş, köz soğan, borani, Sup yuvalama gibi mezeleri ortaya istedik.
Her biri şefin imzasını taşıyan, kimlikli ve lezzetli tabaklardı. Ailenin büyük çoğunluğunun seçtiği mantarlı risotto ve ızgara köfte de gerçekten çok başarılıydı. Kömür ızgarada ahtapot ve t-bone-steak de büyük övgü aldı.