Kurtuluş Savaşı'nın Cumhuriyetle taçlanmasına bir yıl var ve İstanbul işgal altındaydı. Kanada gazetesi Toronto Star Daily'nin savaş muhabiri Ernest Hemingway, Paris'ten bindiği Orient Express treniyle İstanbul'a doğru yola çıktı.
Savaşın son perdesi açılıyordu ama Hemingway sonuçtan henüz emin değildi. ünkü zamanın koşullarında haberler, çağdaş dünya demek olan Avrupa ve Amerika'ya hem geç hem de taraflı yorumlarla ulaşıyordu.
Tren Sofya'da durduğunda, Hemingway'in gazeteye çektiği ilk haber telgrafı, "Britanya Konstantinopolis'i kurtarabilir" başlığını taşıyordu. Notlarında yer yer Konstan diye kısalttığı ve haberlerinde zaten Konstantinopolis diye andığı İstanbul hayali, yolda okuduğu Pierre Loti'nin egzotik imgeleriyle bezeliydi.
Orient Express'in Sirkeci garına girdiği 30 Eylül 1922'de ayakları suya erecek; hem İstanbul'a hem de Türk-Yunan savaşına ilişkin önyargıları tuzla buz olacaktı.
HAYALLER EGZOTİK, GEREKLER TRAVMATİKTürkiye'de geçirdiği iki aylık sürede gazeteye telgrafla gönderdiği 14 makale, 4 de kısa öykü yazdı.
Makalelerinde önce Batı medya ve edebiyatında İstanbul'a değgin klişeleşmiş "büyülü Doğu" imgesini yıktı.
Bir telgrafında, "Gördüğüm filmlere göre Konstantinopolis beyaz, parlak ve ürkütücü olmalıydı. Oysa evler kuru odunlar gibi, eskimiş çit rengi ve küçük pencerelerle delik deşik. Kentin her yanından yükselen minareler, sanki nereye, hangi amaçla dikildikleri belirsiz kirli beyaz mumlara benziyor. Tren eski Bizans surlarını geçip bir tünele giriyor. Tekrar çıktığında, mantar gibi çömelmiş camiler ve yanıbaşlarında dikilen kirli beyaz minareleri görüyorsunuz. Konstantinopolis'teki her beyaz kirli beyaz. Bir gömleğin on iki saatte aldığı renge bakarsanız, bir minarenin de dört yüzyılda aldığı rengi anlarsınız" diye yazıyordu.
BÜYÜLÜ DOĞU MU, BÖCEKLİ DOĞU MUBaşka bir telgrafında, "Pierre Loti'nin öykülerindeki Doğu ile güncel Doğu yaşamı arasında bir uyum bulunabilir. Ama bu uyumu ancak kısık gözlerle bakan, ne yediğine aldırmayan, haşarat ısırıklarından rahatsız olmayan biri bulabilir" diyordu.
Saptamaları, 20. yüzyıl başında İstanbul hayranlarına soğuk duş niteliğinde gerçeklerdi: "Doğu'nun büyüsü sabah uyandığınızda Haliç üzerindeki sisi görüp minarelerin güneşe doğru incecik yükseldiği ve müezzinin sesi Rus operasından bir aria gibi alçalıp yükseldiği anda vardır. Ama bu sadece birkaç dakika sürer. Ve Doğu dediğiniz şey, gecenin sizi kemiren son böceğin bıraktığı çok sayıda küçük kırmızı lekenin yüzünüzü kapladığını gördüğünüzde biter. Büyü, İstanbul'un belirgin imgeleri içinde hayal kırıklığına dönüşür. Konstan, eskilerin dediği gibi tozludur..."
BALIK YİYEN AKILLANIR VE KAARHemingway, işgal altındaki emperyal başkentin yemeklerini de beğenmemiş, kahveyi ve rakıyı bile sevmemişti.
"Türklerin etini çiğnemekten çene kaslarım buldog köpeğinin kasları gibi şişti" diye yazıyor; Türk kahvesini tuhaf ve absent alkolünden daha sert buluyor, rakıyı mezesiz içilemeyecek bir içki olarak niteliyordu.

5