Yeni bir döneme doğru...

Türkiye belli ki dış, iç ve iktisat politikalarında yeni bir döneme girdi. Dönüşüm her alanda bariz ve dikkat çekici. İçeride çetelere ve gayri meşru örgütlü yapılara, en azından bazılarına karşı mücadele veriliyor. Neredeyse her gün yeni bir ya da bir kaç çetenin üstüne gidiliyor. Faiz sebep yaklaşımı tek edilip ortodoks iktisat mantığına geri dönülüyor. Dışarıda ise son yıllarda ciddi sorunlar yaşadığımız bir çok ülkeyle ama özellikle de Amerika'yla ilişkiler normalleşiyor.

Beklentim adalette de benzeri bir revizyon yaşamamız, hukukun üstünlüğünü tartışmasız hale getirmemiz, anayasamızın hükümlerine uymamız, AİHM ve AYM kararlarına saygı göstermemiz, insan hakları sorunlarımızı aşmamız, yerel seçimleri de sorunsuz ve şaibesiz bir şekilde atlatmamız yönünde. Umarım dış ve iç politikada yaşadığımız devinim, ülke ekonomisinin düzlüğe çıkması için hukuka olan ihtiyaç çok beklememize gerek kalmadan bu büyük ve önemli sorunun da aşılmasına, Türkiye'nin normalleşmesine, kendisiyle barışmasına yardımcı olur.

Doğal olarak ilk paragrafta saydığım üç değişimin, özellikle de dış politikada yaşananların kalıcı olacağının garantisi yok. Bizden ya da bizim dışımızdan kaynaklanan her hangi bir neden değişimi durdurabilir, gerilimli dönemlere dönmemize yol açabilir. Ancak şu anda görünen değişimin kalıcı olacağı, Türkiye'nin benimsediği büyük güçleri dengeleyerek temel çıkar ve beklentilerini koruma, kazanımlarını konsolide etme ve gücünü pekiştirme politikasını görünür bir gelecekte de sürdüreceği, sürdürmeye çalışacağı yönünde.

Arap Baharı sarsıntısı sırasında bozulan ilişkilerin teker teker onarılması, zamanında hakkında çok şey söylenen Mısır Devlet Başkanı ile Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın buluşması, Gazze'deki savaşa ve insanlık kıyımına rağmen İsrail'e yönelik politik ve diplomatik tavrın Arap dünyasının duruşunun ötesine geçmemesi benimsenen stratejide ısrarlı olunduğuna, olası sınamaların önceden hesaba katıldığına, içeride hoş görünmek için dışarıda risk alınmayacağına, başka aktörlerin kurguladığı oyunlar nedeniyle kendi kurguladıklarımızdan vazgeçilmeyeceğine işaret ediyor.

Ukrayna savaşı sırasında takınılan ilke bazlı fakat pragmatik tutum da Türkiye'nin dış ve güvenlik politikası söz konusu olduğunda bütüncül bir yaklaşım benimsediğini ima ediyor. Bu politikalarına ek olarak Somali başta olmak üzere farklı ülkelerdeki askeri varlığı, Libya ve Suriye'nin geleceği üstünde söz sahibi olması, caydırıcılığını ve yaptırım gücünü yaşadığı tüm sarsıntılara karşın arttırması, Kafkaslar'da Fransa ve Almanya'dan daha fazla etkili olması, herkesin terk ettiği Afganistan'da kalması ve daha pek çok şey Türkiye'ye bakışı kaçınılmaz olarak şekillendiriyor.

Ayrıca, İsveç ve Finlandiya'nın NATO üyelik başvurusunu iktidarına ne kadar muhalif olursak olalım Türkiye'nin iyi değerlendiğini de kabul etmemiz gerek. Yeni genişleme dalgasını daha öncekiler gibi itirazsız ve pazarlıksız kabullenmiş olsaydık ne ittifak bünyesinde bizi doğrudan etkileyen terör konusunda haraketlenme sağlardık ne de Amerika ile olan ilişkilerimizde bugün yaşadığımız normalleşme ivmesini yakalayabilirdik. F-16 paketini satın alabilmemiz de, F-35 işbirliğine geri dönüşü ve PKK'ya verilen desteği kesmeyi içeren geçen haftaki Blinken-Fidan buluşması da muhtemelen mümkün olmazdı.