Biraz nostaljinin kimseye zararı olmaz...

İnsan yaşlandıkça, yaşlanmanın ayıp olduğunu düşünenlerin deyişiyle yaş aldıkça, geçmişinden kalan anları anı haline dönüştürüp başkalarına anlatmak, anlatırken de onları anlatıldıkları halleriyle, zamanından ve mekanından kopartılmış, acılarından ve sorunlarından arındırılmış şekliyle hatırlamak istiyor.

Sanki geçmiş bugün ya da gelecekten daha iyiymişcesine karşılaştırma yapıyor. Hatta yaşamadığı bir geçmişi kendine ve etrafındakilerine yaşatıp mutlu olmaya çalışıyor. Kimi zaman kendisi için bile sıkıcı, kimi zaman da Proust gibi büyük ve unutulmaz bir anlatıcı olabiliyor. Ihlamura veya çaya batırılan bir kek yedi ciltlik bir külliyatın ortaya çıkmasına yol açabiliyor.

Benim gibi Bayram günü ne yazılır diye düşünenlerse biraz nostaljiden kimseye zarar gelmez varsayımıyla küçük bir sahil kasabasının eski sokaklarında, yerine artık gecekondu apartmanlar yapılmış altı kargir üstü ahşap evlerinde, evlerin şadırvanlı bahçelerinde, mutfakların içine gömülmüş su küplerinde, odaların birinden tüm eve yayılan ajans haberlerinde geçmişin huzuruyla çıkış arıyor.

Bayram denince aklıma önce o güne kadar özenle saklanan elbiseler, ayakkabılar, bizim dükkanda da bakkallara ve pazarcılara sattığımız çatapatlar, mantar tabancaları ve patlamasıyla büyükleri ürperten saniye fitilli atomlar geliyor. Sonra da el öpme seanslarını, mendil aralarına sıkıştırılan paraları biraz utangaçlık, biraz da sevinçle cebimizden çıkartıp sayışımızı, zevkle harcayışımızı hatırlıyorum.

Bayram ve yanılmıyorsam buğday hasadının sonrasına denk getirilen panayırlarda kurulan ahşap salıncakların, tahta ve tabii ki bodur dönme dolapların olduğu, daha sonraki yıllarda göreceğim Fellini filimlerindeki sahneleri andıran iptidai oyun parkına şimdi yüzlerini zihnimde seçmekte zorlandığım arkadaşlarımla gidişimizi, daha doğrusu kaçışımızı unutamıyorum.

Bir başka unutamadığım da Bayram sofraları. Babaannemi yalnız bırakmayan yardımcılarının, özellikle de Mahmure ablanın yaptığı ama kredisi her zaman kendisine yazılan yemeklerinin övüldüğü, amcalarımın, yengelerimin ve şimdi bazıları hayatta olmayan yeğenlerimin katıldığı, zemini nedeniyle taşlık denen salonda bayramların ilk günlerinde yenen yemeklerden bölük pörçük sahneler geliyor aklıma.

Ama dedeme kütüphanesindeki kitapların ne anlattığını sorduğumu, onun bana Neyzen Tevfik şiirlerini okuduğunu, eve döndüğümüzde annemle yaşadığımız zaman ve mekanla uyumsuz müzikler dinlediğimizi, o zamanlar en çok Beethoven'ın beşinci senfonisini sevdiğimizi, annem Lilli Marlen'i Lale Andersen'ın ritmiyle mırıldanırken ona eşlik etmeye çalıştığımı hala çok iyi hatırlıyorum.

Ancak Bayram benim için Gelibolu kadar İstanbul'du da. Ailemin ikinci yarısının yaşadığı, en çok da anneannem ve dedemin iki katlı evinin olduğu İtfaiye Caddesine bakan Ferhat Ağa Sokağıydı. Ayvalık ya da Gemlik adlı ikiz gemilerden biriyle giderdik İstanbul'a. Güzel bir kamara, beyaz örtülü bir restoran var gemi yolculuklarında aklımda kalan enstantanelerin arasında.

Evin balkonunu, balkondaki kumruları, seyrettiğim Zeyrek Yokuşunu, anneannemle bayramlık erzak alışımızı, kedileriyle ünlü o zaman dahi yaşlı ablasını ziyaret edişimizi, dayılarım, yengelerim ve kuzenlerimle yenen bayram yemeklerini, onların geçmişlerine olan özlemlerini paylaşmalarını, okul anılarını anlatmalarını, muhtemelen mesleği ve yaşadıkları gereği hep ciddi olan dedemle şaklaşmalarını unutamıyorum.