Hatırlatmakta yarar var

Artık eskisi gibi detaylı kutlamalar yapılmasa da dün Dünya Kadınlar günüydü. Muhtemelen bildiğiniz gibi geçtiğimiz yüzyılın başında kadınların erkeklerle eşitliğini vurgulamak için ilk kez Amerika'da, devrim sonrasında da Sovyet coğrafyasında kutlanmaya başlandı. 1977'de Birleşmiş Milletler Genel Kurulu'nun çağrısıyla küreselleşti, bir süre sonra da her yıl için bir tema belirlendi.

Bu yılın temasıysa "Bütün Kadın ve Kızlar için Haklar, Eşitlik, Güçlendirme" olarak tanımlandı. Ama tabii ki yılın ilk iki ayında kadınlar ne güçlendi, ne de eşitlendi. Umarım dün ve bundan sonra yapılacak etkinlikler onların güçlenmesine, eşitlenmesine ve biz erkeklerin onların eşit varlıklar olduğunu anlamasına yardımcı olur.

Daha az erkek birlikte olduğu kadınları duygusal olarak sömürmeye, iradesini ve sözünü şiddet kullanarak kabul ettirmeye, hepsinin ötesinde de namus ya da başka bir şey adına sevdiğini söylediği insanı katletmeye kalkar. Türkiye'de de dünyada da aile cinayetlerinin, aile içi infazlarının sonu gelir.

Belki bir kaç erkek daha birlikte olduğu insanın ne düşündüğünü, ne hissettiğini anlar. Empati yeteneğini geliştirmek için çaba harcar. Geleneğin her zaman en doğruyu buyurmadığını, değişimin kaçınılmaz olduğunu görür. Kadını metalaştırmaktan kaçınır. Yerel ve evrensel haklarını öğrenmek için çaba harcar. Mesela 1979 CEDAW sözleşmesine bakar.

Ya da hiç olmazsa bir kaç kişi daha bulaşık yıkamaya, yemek yapmaya, evin gündelik sorumluluklarını paylaşmaya başlar. Bakarsınız siyaset de iktidarı ve muhalefetiyle kadın sorunları üstünden sörf yapmayı bırakıp onlar için çözümler üretemeye çalışır. İstanbul Sözleşmesi'ne tekrar dahil olur, o da olmuyorsa ülkenin kadın-erkek eşitliğini sağlayacak hukuki altyapısını güçlendirir.

Bizim 8 Mart'ın kutlanmaya başladığı günden bugüne dünyada veya Türkiye'de kadın hakları alanında ne kadar ilerleme kaydedildiğini, oy vermekten medeni haklara ne denli çok kazanım olduğunu tekrarlamaya değil günümüz istatistiklerine, kadınların gördükleri gündelik zulmün kayda geçen, geçebilen rakamlarına bakmamız gerekiyor.

Unutmayalım ki geçtiğimiz yıl itibarıyla 394 kadının cinayete kurban gittiği, 258 de şüpheli ölümün gerçekleştiği bir ülkede yaşıyoruz. Kaç kadının cesaret edemeyip evde gördüğü fiziki şiddeti yetkili makamlara bildiremediği, kocasını, kardeşini şikayet edemediği ise bilinmiyor. Çoğu kadın da zaten hemen her gün maruz kaldığı duygusal şiddetin farkında olmuyor.

Belli ki yerel yönetimlerin ve merkezi idarenin şu ana kadar harcadığı çabalar, kurulan sığınma evleri, çağrı merkezleri, şiddet gören kadınlar için sağlanan imkanlar yetersiz. Her düzeydeki siyasilere de, Mor Çatı'dan Kadem'e sivil toplum örgütlerine de, basına ve tabii ki dizi yapımcılarına da daha büyük sorumluluk düşüyor.

Neyse ki basın eskisi kadar yanlı değil. Kadın cinayetlerini, 1950'ler İstanbul'undaki aile içi şiddet olaylarını araştıran Neslihan Erkan'ın Toplumsal Tarih Dergisinin son sayısında yer alan yazısında aktardığı kılıf bulucu anlayış büyük ölçüde sona erdi. Çok az gazete artık cinayeti facia, caniyi kader kurbanı olarak resmediyor.