Gerçekçi olmak gerekirse
Dünya siyasetini, hatta ülke siyasetini bile yorumlayabilmek için kendimizi duygularımızdan arındırmamız, kişisel tercihlerimizi mümkün olduğunca bir kenara bırakıp olan bitene öyle bakmamız gerekiyor. Çünkü olaylar bizim istediğimiz gibi değil kendi dinamikleri içinde gelişiyor.
İsrail'i, özellikle de Netanyahu İsrail'ini sevmeyebiliriz, Gazze'de gerçekleştirdiği soykırıma varan katliamı içimiz kaldırmıyor olabilir. İran için de benzeri şeyleri düşünebiliriz. Kudüs Güçleri'ne bağlı militanların ve destek oldukları Esad rejiminin gerçekleştirdiği insan kıyımını ya da zaman zaman PKK'ya verdiği desteği hatırlayıp şu an başına gelenleri hoş karşılayabiliriz.
Tam tersine iki taraftan birine karşı sempati de duyabiliriz. Ama ne hissedersek hissedelim ülke olarak da birey olarak da hissiyatımız bizi arzumuzu, beklentimizi sonuç olarak sunmaya yöneltmeli. Unutmayalım ki bu savaşı biz başlatmadık, Hamas'a 7 Ekim 2023'te saldırısı için biz yeşil ışık yakmadık. İran o zaman da hata yaptı, nükleer silahlanma konusunda da yaptı.
Ancak şu an önemli olan geçmiş değil gelecek. Türkiye için önemli olansa bu savaşın bir an önce bitmesi, İran'nın nükleer silah sevdasından kalıcı olarak vazgeçmesi, İsrail'le bir şekilde uzlaşması, onu hegemonik ihtiraslarının taşıyıcısı ya da varoluşsal sorun olarak görmekten vazgeçmesi. En makul yöntem de bunların müzakerelerle gerçekleşmesi, daha fazla can kaybının, askeri ve ekonomik zararın önlenmesi.
Trump'ın verdiği iki haftalık süre de diplomatik çözümü önceleyen başta Türkiye olmak üzere üçüncü taraflara fırsat sunuyor. İran her ne kadar ateş altındayken konuşmam dese de önünde çok fazla seçenek olmadığına ikna edilmesi, buna mukabil Amerika'nın da İran'ı normal bir devlet olarak kabullenmesinin, koyduğu yaptırımların hangi şartlar altında kalkacağını bildirmesinin sağlanması gerekiyor.
Belli ki Amerika'nın da önceliği diplomasi. Belki Fordo'yu B-2'lerle vurmasının, 13 tonluk bombalar atmasının işe yaramayabileceğinden, belki de müdahalesinin doğuracağı kaosun kendisini bir kara savaşına daha sürükleyebileceğinden endişe ediyor. Çok zayıf ihtimal olmakla birlikte Amerikalılar İran tehdidinin ortadan kalkmasının Arap-İsrail yakınlaşmasının sonu anlamına gelebileceğini dahi düşünmüş olabilir.
Fakat önceliklerinin diplomasi olması, bekledikleri siyasi sonucu elde etmemeleri, İsrail'in kendi başına veya diplomatik çabayla İran'ın nükleer silahlanma ihtimalinin bertaraf edememesi halinde de müdahale etmeyecekleri anlamına gelmiyor. Rejim değişikliği amacıyla bir iç isyan çıkması veya İsrail'in Hameney'i hedef almasının da Washington'u üzeceğini hiç sanmıyorum.
Doğrusu isterseniz bugün çözüm diplomaside diyen pek çok devletin de benzer şekilde düşündüğüne eminim. Büyük bir istikrarsızlık çıkmadıkça savaşın biraz daha uzamasından İsrail kadar İran'nın da hırpalanmasından mutluluk duymamaları imkânsız. İran'nın nükleerleşme programından mustarip Körfez ülkelerinin, mesela Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri'nin İran'ın güçten düşmesini dert etmesi çok zor.
7 Ekim saldırısının aslında kendilerini hedef aldığını, Hamas'ın onları istemedikleri bir savaşa sürüklemeye çalıştığını, arkalarında da İran'nın bulunduğunu bilmemeleri olanaksız. İsrail'in, en çok da İran'ın yıprandığı ve sürmesi halinde daha da çok yıpranacağı bu savaş -bir de petrol fiyatları artarken- Körfez ülkeleri ve hatta Arap dünyasının tamamı için nimet niteliğinde.