Bir sofranın üzerine kurulan dayanışma

17 Ağustos 1999… O gece saat 03:02'de sadece duvarlarımız değil, kalplerimiz de çatladı. Deprem, binlerce canı bizden aldı; geride ise yıkılmış şehirler, sessizlik ve çaresizlik kaldı. Ama aynı zamanda, o sessizliğin içinde büyüyen bir şey vardı; dayanışma! Benim için mutfak, hayatın en büyük teselli alanlarından biridir. Depremin ertesi günlerinde, bir tencere çorbanın başında toplanan insanların gözlerindeki minneti hiç unutmadım. O zaman anladım ki yemek, yalnızca açlığı değil, korkuyu, yalnızlığı ve çaresizliği de biraz olsun hafifletebiliyor. Bir şef olarak, yıllardır tabaklarda estetik peşindeyim; ama afet zamanlarında gördüm ki en değerli tabak, sıcak ve doyurucu bir çorba kasesidir. Çünkü o kase, sadece mideyi değil, kalbi de ısıtır. Deprem bölgelerinde kurulan seyyar mutfaklarda, kepçeyi uzattığınız kişinin elinin titremesini, ardından gelen o derin teşekkürü hâlâ hissederim. Ve ne yazık ki bu topraklarda felaketler sadece depremlerle sınırlı değil. Son yıllarda yaşadığımız büyük orman yangınlarında da gördük; alevler evleri, ormanları, anıları yuttuğunda, yine aynı elbirliği ile omuz omuza verdik. Yangın bölgelerine koşan itfaiyeciler, gönüllüler, köylüler… Kimi hortum tuttu, kimi kürek salladı, kimi de bir avuç su taşıdı. Ve yine mutfaklar kuruldu; yangınla savaşanlara, evlerini kaybedenlere sıcak bir tabak yemek yetiştirmek için kazanlar kaynadı. Depremde de yangında da gördüğüm şey şu: Dayanışma, bazen büyük sözlerle değil, küçük ama samimi hareketlerle büyür. Bir ekmeği bölüşmek, bir tabak yemeği paylaşmak, afetin ortasında "yalnız değilsin" demenin en güçlü yoludur. Afet anlarında gastronomi, insanları bir masa etrafında yeniden bir araya getirir. Çünkü biz, sofrada birbirimize bakar, göz göze gelir ve yeniden umut üretiriz. Bugün, 17 Ağustos'un üzerinden 26 yıl geçti. Acılar hâlâ taze ama biz de hâlâ buradayız. Mutfağımda her çorba kaynadığında, her ekmek fırından çıktığında, o günlerde tanık olduğum dayanışmayı hatırlıyorum. Ve biliyorum ki bu ülkenin mayasında, felaketin karşısında dimdik duran bir iyilik var. Belki de bizim görevimiz, sadece yemek yapmak değil; her felakette yeniden sofralar kurmak, hayatın tadını yeniden bulmamıza yardım etmek. Çünkü bazen en büyük iyileşme, bir tabak yemeğin buharında başlar.