Modernlik iman ister

Modernitenin büyük anlatısı kendisini din ve dogmadan radikal bir kopuş olarak kurgular. Modern dönemin en büyük sorularından biri dinamiklerini aydınlanma, bilim, rasyonel akıl ve sekülerleşmenin oluşturduğu bu kopuşun neden ve nasıl gerçekleştiği, özel olarak da neden Avrupa'da gerçekleştiğidir.

Sanayi Devrimi, bilimsel devrimler, ekonomik süreçler, siyasal yapı gibi bazı açıklamalar çoğu zaman tarihsel sürekliliği hesaba katmayı ihmal ederek kopuş anına yoğunlaşır. Bunun yanında başka bazı izahlar ise meselenin tek bir yönüne odaklanarak hataya düşer.

Bu ihmaller modernliğin karakterini ve aslında neyi temsil ettiğini perdeleyen, bazen de tamamen çarpıtan sebeplerdir.

Bu noktada ana akım yorumlardan biri, modernliğin Hristiyanlığa ve Kilise baskısına karşı geliştirilmiş bir tepkisellikten doğduğunu öne süren iddiadır. Bu iddiaya göre, modernlik dogmanın aklı bastırması, Kilise'nin kendi menfaati uğruna siyasal ve ekonomik alanı tahakküm altına alması, ruhban sınıfının bireyi boğan hiyerarşisine karşı kendisini inşa ederek ortaya çıktı.

Bu tepkiselliğin ortaya çıkmasına sebep olacak bir durumun keyfiyeti ayrı bir tartışma konusu. Ancak anlatı bütünüyle yanlış değildi. Gerçekten de modern düşünce, Kilise'nin belirleyici gücüne karşı ciddi bir itiraz barındırıyordu. Ancak, bu tepkisellik modernliğin karakterini açıklamaya yetmiyor.

Mesela, rasyonel akla olan şeksiz şüphesiz iman, bilimin şaşmaz yanılmaz bir mürşit olarak görülmesi, modern devletin keskin otoritesi ve hayatın her alanına müdahale hakkını kendinde görmesi bu tepkisellikle izah edilemez.

Şu halde, modernliğin bu karakteristik özelliklerini bulabileceğimiz farklı noktalara göz atmamız gerekiyor. Tam da burada, bakışımızı modernliğin içinden çıktığı Avrupa'nın zihinsel, ahlaki ve siyasal yapısını şekillendiren Hristiyanlığa çevirmenin faydası olacaktır.

Ancak, Weber'in temel tezinde işaret ettiği Protestan Hristiyanlığa değil, kıtanın gövdesindeki temel belirleyici olan Katolik Hristiyanlığa. Zira bin yılı aşkın bir süre boyunca Batı Avrupa'da hükümferma olmuş bir yönelimin bir anda o coğrafyadan ve insanından arındırılması tarihsel olarak mümkün değildi.

Nitekim bazı düşünürler modernliğin bu "klasik kopuş anlatısını" temelden reddederek Hristiyanlığı işaret etmektedir.

Bunların arasında 20. yüzyılın en büyük isimlerinden biri olan Carl Schmitt, Siyasal İlahiyat eserinde modern siyaset teorisi ile Hristiyan teolojisi arasındaki bağa dikkat çekmişti: "Modern devlet kuramının bütün önemli kavramları, dünyevileştirilmiş ilahiyat kavramlarıdır."

Schimitt'in bu meşhur tezi, modernliğin kendisini tamamen dindışı ilan eden iddiasını temelden hedef alıyor. Schimitt'e göre modern siyaset teorisi teoloji seküler dile tercüme etmişti. Biz bunu modernliğin diğer kurumlarına teşmil edebiliriz.

Schimitt, en merkezi kavramlarından biri olan "olağanüstü hal" kavramını teolojideki "mucize" ile özdeşleştiriyor. Nasıl ki mucize Tanrı'nın doğa yasalarına doğrudan müdahalesi anlamına geliyorsa, olağanüstü hal de egemenin hukuk düzenini askıya alabilme yetkisini ifade ediyordu.