Son zamanlarda Türkiye'de kimi çevreler Diyanet'in hutbelerine tepki göstererek bir mevzi kazanma çabası gösteriyor.
Bu tepkilerin mahiyetine yakından baktığımızda, doğrudan dinin hayata müdahale etmesine, dolayısıyla Müslüman toplumun varoluşsal hakikatine bir hücumla karşı karşıya olduğumuzu görüyoruz.
Zira hutbe, İslam geleneğinde tavsiye niteliğinde va'z ü nasihatin ötesinde dünyevi iktidarın ve dini aidiyetin kesişim noktasında duran, Müslümanlar için hem bir hatırlatma hem de bir egemenlik ifadesidir.
Tarih boyunca hükümdarlar iktidarlarını tesis ettiklerinde hutbeyi kendi adlarına okutmak suretiyle bu iktidarın meşruiyetini ilan etmişlerdir.
Sezai Karakoç, "Cuma'nın anlamı" yazısında İmam Ebu Hanife'nin Cuma namazını bir devlet namazı olarak gördüğü, İmam Şafi'nin sisteminde ise Cuma namazının bir toplum namazı olduğu tespitini yapar.
Bu tespitten mülhem, hutbenin Müslümanların devletinin ve Müslüman toplumun dirliğinin bir göstergesi olageldiğini söyleyebiliriz.
Belki de, bugün hutbelere tepki gösterenler onun bireysel bir öğütten ibaret olmadığının, toplumsal bir birliği yansıttığının "biz"den daha fazla farkında. Hutbeyi asli mahiyetinden koparmaya dönük çabaların altında bu "bilinç" yatıyor.
Hutbenin hedef alınması tesadüf değil.
Günümüzde hutbelere yönelik saldırılar aslında din ile kamusal alan arasındaki kökten bağı hedef alan bir taarruzun, bir iktidar mücadelesinin, bir kimlik çatışmasının yansıması.
Modernliğin dayattığı seküler kafa yapısı, dini yalnızca "özel alana" hapsetmek istiyor, hatta "özel alan"daki varlığına dahi tahammül edemiyor.
Buna karşın hutbe ise dinin kamusal alandaki varlık iddiasının en canlı temsillerinden biri. Bu yüzden, İslam'ın gereği olan hüküm ve ilkeleri dile getiren hutbelere gösterilen tepkiler İslam'ın kamusal varoluş iddiasına yönelmiş bir itiraz anlamını taşıyor.