İkinci Dünya Savaşı sonrası oluşan ve Soğuk Savaş'ın ardından güncellenen yerleşik düzenin varlığını ve yapısını ne ölçüde muhafaza ettiği sorgulanıyor. Çin'in artan ticari ve teknolojik gücü ile gündeme gelen bu sorgulama Trump dönemi ABD politikaları ve Rusya-Ukrayna savaşının politik sonuçlarıyla birlikte iyice yoğunlaştı.
Mao iktidarı sonrası hayata geçirilen reformlarla devlet kontrollünde dünya piyasalarına açılan Çin, uzun süre dünyanın fabrikası rolünü üstlendi. 2000'li yılların başında Dünya Ticaret Örgütü'ne üye olan Çin, ticaretle birlikte yürüttüğü teknoloji transferi sayesinde kendi markalarını üretti ve ciddi ekonomik büyüme oranlarına ulaşarak küresel hegemonya adaylığına adını yazdırdı.
Ancak ekonomik, teknolojik ve hatta askeri gücü yadsınamayacak Çin'in tek başına bir küresel hegemonya kurup kuramayacağına ilişkin önemli soru işaretleri var. Bu noktada, önce Avrupa sonra ABD merkezli oluşan Batı eksenli küresel hegemonyanın yalnızca ekonomi, teknoloji ve savunma sanayii alanındaki gücünden ibaret olmadığından söz etmek gerekiyor.
Batı'nın maddi gücünün yanı sıra, trajik de olsa, küresel bir etki alanı oluşturma başarısını görmezden gelemeyiz. Batı yaşam tarzını ve normatif değerlerini muhtelif yöntemlerle ihraç ederek bir kültürel hegemonya inşa etti.
Çin ise, 21. yüzyılda büyük bir ekonomik güç haline gelmiş olsa da, Batı'nın sahip olduğu kültürel etkiyi kurabilmiş değil. Çin'in dünya çapında kültürel bir hegemonya kurma potansiyeli, Batı'nınkiyle kıyaslandığında çok daha dar bir alanla sınırlı kalıyor.