Aklı dinlemeyen hissiyatlar ve şer'î sorumluluK

Doğrudan iradeyi ilgilendiren akıl, ruh, vicdan, kalb, nefs ve duygu gibi merkezlerden gelen tesir ile cüz-i ihtiyârîden zuhur eden fiilin tahlilinde yapılan bir çalışmayı buraya alıyoruz:1

Aklın ve mantığın kurallarıyla ruhun ve ona bağlı bazı hissiyatların değer yargıları her zaman aynı paralelde hareket edip örtüşmediğini ifade eden İmam-ı Taftazanî, Şerhu'l- Makâsıd'ında "Marifet, tasdikin oluşmasında yeterli değildir."2, der.

Bu meseleyi biraz daha açarak bir misalle bize açıklayan İmam-ı Nesefî ise özetle der ki: Meselâ, oğlu cinayet işleyen bir annenin aklı, kendine sunulan kesin deliller karşısında bu durumu kabullenmekten başka bir şey yapamaz.

Ne var ki bu durumdaki anne, önüne konulan bütün aklî delillere rağmen bu hakikati, annelik şefkatinden ve merhametinden gelen hissiyatların tesiriyle hiçbir şekilde bu hâdisenin doğruluğuna gönlü razı değildir. Böylece önüne konulan kesin deliller ile aklen inandığı halde kalben ve ruhen inkâr edebilir. Yoksa zihin kesin bilgiyi reddedemez.3

Bu harika örnek, bahsin açılmasına ciddi bir katkı sağlıyor. Çünkü İmam-ı Taftazanî ve Nesefî'nin beyanları ve Bediüzzaman'ın, hayatında bilfiil örneklerini gördüğümüz aklın hükümlerini ve cüz'-i ihtiyârîyi dinlemeyen bazı hissiyatların olduğunu görmüş olduk. Şimdi asıl mesele akıl ve ruh çatışması yaşayanların sorumlulukları ile bu hâlin Şer'î karşılıklarının ne olduklarıdır

Aklı ve cüz'-i ihtiyârîyi dinlemeyen bu duygu ve hissiyatlar ve onların mes'uliyetleri, Risale-i Nur Külliyatı'nda, farklı makamlarda yer alır. Bunların bütününe baktığımızda bahsin iki ana başlık altında izah edildiğini görürüz.

1. Rahmanî hissiyat.

2. Nefsanî hissiyat.

Birincisi: Muhabbet, şefkat, merhamet, aşk, vecd, cezbe, istiğrak gibi aklı dinlemeyen, 'Rahmanî duygu ve hissiyatların', Şer'î karşılıklarının ne olduklarını Bediüzzaman, Mektubat'ta şöyle anlatır:

"Ehl-i cezbe ve ehl-i istiğrak, aklî hükümlere muhalefetlerinden dolayı mes'ul olamazlar ve madem insanda bazı letaif var ki, teklif altına giremez; o lâtife hâkim olduğu vakit, tekâlif-i şer'iyeye muhalefetiyle mes'ul tutulmaz ve madem insanda bazı letaif var ki, teklif altına girmediği gibi, ihtiyâr altına da girmez; hatta aklın tedbiri altına da girmez; o lâtife, aklı dinlemez. Elbette o lâtife bir insanda hâkim olduğu zaman -fakat o zamana mahsus olarak- o zat, Şeriata muhalefette velayet derecesinden sukut etmez, mazur sayılır. Fakat bir şartla ki, hakaik-i Şeriata ve kavaid-i imaniyeye karşı bir inkâr, bir tezyif, bir istihfaf olmasın. Ahkâmı yapmasa da ahkâmı hak bilmek"4 gerektiği belirtilir.

İkincisi: His, heves, vehim, tevehhüm gibi aklı dinlemeyen, 'nefsanî duygu ve hissiyatlar' için "Onlar bir derece serbesttirler. Cüz'-i ihtiyârîyi pek dinlemiyorlar, teklif-i dinî altına çok giremiyorlar"5, diyerek önce bir durum tesbiti yapar.

Sonra da bu durumu ve hâli yaşayanların amel ve fiillerinin Şer'î karşılıklarının ne oldukları Lem'alar'da şu cümleler ile ifade edilir:

"Hem insanın letaifi içinde teşhis edemediğim bir-iki latife var ki, ihtiyâr ve iradeyi dinlemezler; belki de mes'uliyet altına da giremezler. Bazan o latifeler hükmediyorlar, hakkı dinlemiyorlar, yanlış şeylere giriyorlar."6

"Hem insanda hissiyat galib olsa, aklın muhakemesini dinlemez. Çünki tevehhüm ve heves ve hiss, ileriyi görmüyor belki inkâr ediyorlar. Nefs dahi yardım etse, mahall-i iman olan kalb ve akıl susarlar, mağlub oluyorlar. Şu hâlde kebairi işlemek, imansızlıktan gelmiyor, belki hiss ve hevesin ve vehmin galebesiyle akıl ve kalbin mağlubiyetinden ileri gelir."7 der.

Ehakkın arayışında geçici olarak batıla düşülebileceğine izn-i şer'i olması