İbrahim Veli'nin sık sık kullandığı ve kimyacıların dilinde meşhur olan bir söz vardır: "Zehir yoktur, dozaj vardır." Modern toksikolojinin kurucusu sayılan Paracelsus'un bu sözü, siyasetin mahiyetini anlamak için de dikkate değer bir anahtardır. Çünkü iktidar da kimyadaki maddeler gibi doğrudan iyi veya kötü değildir; onu yaşatıcı ya da öldürücü kılan, kullanımındaki ölçüdür.
Liberal düşünür Lord Acton'un, "Güç bozar, mutlak güç mutlaka bozar" cümlesi de aynı gerçeği başka bir dille ifade eder. Ama bugün yaşadığımız tecrübeler gösteriyor ki mesele sadece siyasetçilerin kişisel ihtirası değil; toplumların bu zehre karşı bağışıklık sisteminin zayıflığıdır. Bir toplumun adalet duygusu, ahlaki pusulası ve ortak iyiyi önceleme iradesi zayıfladığında, en küçük dozda bile iktidar hızla zehirleyici bir güce dönüşür.
Türkiye'de uzun yıllar siyaset, bir tür korku kimyası üzerine kurulu oldu. Korkunun dozajı, siyasetin en temel malzemesiydi. Soğuk savaş yıllarında "bu kış komünizm gelebilir" denilerek toplum mobilize edildi. Ardından "vatan bölünüyor" söylemi geldi; dönemsel olarak işlev görse de kalıcı bir siyasal zemin üretemedi. En istikrarlı korku unsuru ise hep "irtica tehdidi" oldu. Soldan sağa tüm siyaset yelpazesi, hatta müesses nizamın tüm kurumları bu zehri yeniden üreterek varlıklarını meşrulaştırdılar.
Oysa bugün farklı bir tabloyla karşı karşıyayız. Seçim meydanlarında artık "irtica geliyor" çığlıkları işitilmiyor. Laikliğin elden gittiği söylemleri, dini semboller üzerinden kurulan tehdit politikaları eski cazibesini kaybetmiş görünüyor. Bu eksiklik, Türkiye'de siyasetin yeni bulduğu başkaca korku mekanizmaları ile yeniden tahkim edildi. Elbette siyaset kurumunun ürettiği yapay korkuların bir yerde kendi değerleriyle çatışmayacağını fark etmesi oldukça zaman alıyor. Elbette bu zaman insanımızın ömründen, refahından ve sıhhatinden çalıyor. Haliyle bugün ihdas edilen korkular da tam tersine insanların inançları ve o inançlar kullanılarak oluşturulan çeşitli aldatmacalar içeriyor.
Bu noktada iktidarın dini söylemi hem güç kaynağı hem de araçsallaştırılmış bir hegemoni aracı olarak nasıl işlediğine bakmak gerekir. İktidar, uzun süredir muhafazakâr enerjiyi ve dini söylemi siyasal meşruiyetin kaynağı olarak seferber ediyor. Ancak bu süreç, dini kamusal alanda güçlendirmekten çok, onu araçsallaştırarak içeriksizleştiriyor. Din, toplumun çimentosu olarak görülen eski işlevinden uzaklaşırken, iktidarın kendi hegemonyasını pekiştiren bir aygıta indirgeniyor. Bu hem dini söylemin içsel gücünü aşındırıyor hem de muhafazakârlığın toplumsal kredibilitesini erozyona uğratıyor.
Bu güç ilişkisi yalnızca dini söylemle sınırlı kalmıyor; muhalefet üzerinde de etkili araçlara dönüşüyor. Bu tabloya eşlik eden ikinci boyut ise, muhalefet üzerinde kurulan hukuk ve kamu otoritesi baskısıdır. Kayyum atamaları, mahkemeler yoluyla yürütülen süreçler ve idari kararlarla siyasetin alanı yeniden dizayn edilmektedir. CHP ve diğer muhalefet partileri, yalnızca seçim rekabetinde değil, bizzat siyasal varlıklarını sürdürebilmek için de bu "hukuki tasarım"ın sınırlarına mahkûm edilmektedir. Böylece devlet aklı, muhafazakâr meşruiyeti kullanarak varlığını sürdürürken, muhalefeti kamu otoritesinin teknik araçlarıyla denetim altında tutmaktadır.
Bu bağlamda müesses nizamın kendi iç dengelerini koruma biçimi hem muhafazakâr meşruiyeti hem de muhalefetin kontrolünü sağlayan hibrit bir rejim modelini ortaya çıkarıyor. Müesses nizam açısından bakıldığında, bu denklemin temelinde çift yönlü bir denge siyaseti yatıyor. Bir yandan muhafazakâr toplumsal enerjinin desteğiyle küresel sistemle entegrasyon mümkün kılınırken, öte yandan bu enerjinin devleti dönüştürmesinin önüne kamu otoritesi ve hukuk mekanizmalarıyla set çekiliyor. Muhafazakâr aktörler devleti dönüştürdüklerine inanabilir; fakat aslında devletin yerleşik ideolojik kodları ve küresel bağlantıları, ortaya çıkan sonuçları kendi lehine düzenlemeyi sürdürüyor. Böylece hem iktidarın muhafazakâr meşruiyet üzerinden güç devşirmesine hem de muhalefetin kayyum ve yargı süreçleriyle dizayn edilmesine imkân veren hibrit bir rejim modeli ortaya çıkıyor.
Geçen zaman içerisinde bütün siyasal süreçleri göz önünde bulundurduğumuzda eksikolan halkanın en önemli iki parçası 'Adalet ve Ahlak' olarak karşımıza çıkıyor. Ne var ki, korku siyasetinin çekilmesiyle boşalan alan, ahlak merkezli bir siyasetle doldurulmadı. Oysa asıl ihtiyaç, siyasetin ahlaki bir çerçeveye oturmasıydı. Ne iktidar ne muhalefet, toplumun yaşadığı çözülmeye, manevi boşluğa, kültürel yabancılaşmaya, gençliğin kariyerizmin pençesinde idealizmini kaybetmesine dair güçlü bir söz söyleyebildi. "Ahlak" kelimesi seçim meydanlarında yüksek sesle dile getirilse de içi doldurulmuş bir siyasal muhtevaya dönüşmedi. Aksine içi boşaltılarak siyasi literatürün ve siyasetin yozlaştırdığı kavramlar mezarlığına gönderildi.