Yozlaşmanın Anatomisi
"Bir kaza kurşunudur her yerde
Süvarisiz şaha kalkan atları
Bir ruhun ışığı vardır göklerde
Lambalar yanıyor hafif ve sarı
Ötüyor baykuşlar harabelerde.
Bir lamba yanıyor hafif ve sarı
Titriyor yıldırım düşmüş gibi yer
Bekledi arzuyla karanlıkları
Anneler, babalar, erkek kardeşler:
Tâ içinden duyar ani bir ağrı
Bir hüzün şarkısı tutturur gider
Anneler, babalar, erkek kardeşler..."
(Sezai Karakoç)
!if !supportLists !endif-Rabbin seni bırakmadı ve sana darılmadı. (3), -Seni yol bilmez halde bulup yol göstermedi mi (7) (Duhâ, 3 ve 7)
!if !supportLists !endif"Kalbi dürüst olmadıkça kulun imanı doğru olmaz. Dili doğru olmadıkça da kalbi doğru olmaz" (Ahmed b. Hanbel, Müsned III, 198).
Cumartesi
Güç, Keyfilik ve Çürümenin Gölgesinde Yaşamak
Toplumsal Yozlaşmanın Gündelik Tezahürleri Üzerine
Toplumsal bunalım, artık istisnai bir hâl değil; gündelik hayatın sıradan rutini hâline gelmiş durumda. Her sabah evden adımımızı attığımız anda yozlaşmanın, keyfiliğin ve güce tapınmanın türlü biçimleriyle yüzleşiyoruz. Şikâyet mekanizmaları işlemiyor; adalet sistemi güven inşa etmekten çok, korku ve yılgınlık yayıyor. Gücü elinde bulunduran, yaptığını meşru sayıyor; çünkü yapabiliyor. Çünkü bir bedeli yok. Bu da giderek daha büyük bir azgınlaşmayı, "yapanın yanına kâr kalıyor" hissiyatını besliyor.
Bir otobüse bindiğinizde, sadece bir şoförle değil; gücü temsil eden keyfiliğin, küçük iktidar gösterilerinin soğuk yüzüyle karşılaşıyorsunuz. İstediği durakta duruyor, istemediğinde geçip gidiyor. Kapıyı açması ya da açmaması da keyfine kalmış. Yolcu değiliz adeta; onun dünyasında birer "tahammül nesnesi" gibiyiz. Trafikte bu çürüme daha da belirginleşiyor. Daha pahalı arabası olan, daha zayıf olanın üzerinden geçiyor. "Durmayabilirim çünkü daha güçlüyüm" diyen bir ruh hâli Kırmızı ışık bir tavsiye gibi görülüyor; park yeri kavgası ölüm sebebi olabiliyor. Sinyal vermek, yavaşlamak, yol vermek Bunlar artık bir nezaket değil, neredeyse ahmaklık sayılıyor.
Ama asıl meselenin kökü daha derinde: Herkes gücünün yettiğine efeleniyor. İlişkiler hiyerarşik, dikey ve otoriter. Birbirimize saygıdan değil, korkudan mesafe koyuyoruz. Oysa korkunun hüküm sürdüğü yerde güven gelişmez. Yasalar toplumun en güçsüzünü korumuyorsa, en güçlüyü sınırlamıyorsa, o toplum çöker. Güven duygusunun erozyona uğradığı bir yerde insan, sadece fiziken değil, ruhen de yaşama sevincini yitirir. Toplum dediğimiz şey, sadece birlikte yaşamak değil; birbirine tahammül etmek, birbirini korumak, güçsüzü kollamakla anlam kazanır. Aksi hâlde bir ormana, daha kötüsü bir av sahasına dönüşür. Bugün yaşadığımız şey tam da budur: gücün hukuk hâline geldiği bir orman hâli. Bu ormanda ayakta kalmak için insanlığımızdan feragat etmeye zorlanıyoruz.
Yozlaşmanın Gündelik Yüzü
Yozlaşma çoğu zaman büyük çöküş anlarında değil, hayatın sıradan ayrıntılarında kendini belli eder. Hannah Arendt'in "kötülüğün sıradanlığı" kavramı da bunu anlatır: Sistemin çürümüşlüğü artık bir istisna değil, alışkanlık hâline gelmiştir. Şoförün keyfiliği, trafiktekilerin zorbalığı, kamu görevlisinin ilgisizliği, küçük esnafın fırsatçılığı Bunların her biri sistemik yozlaşmanın mikro göstergeleridir. Toplum, artık büyük bir yasa ya da anayasa ile değil, "kim daha çok yapabiliyorsa onun haklı olduğu" bir iktidar diliyle yönetilir hâle gelir.
Michel Foucault'nun tanımladığı şekliyle modern iktidar, yalnızca kurumlarla değil, mikro ilişkilerle işler. Otobüs şoförünün kapıyı açıp açmaması da bir iktidar gösterisidir; çünkü iktidar sadece yukarıda değil, her yerde dağılmış hâldedir. O şoför, içinde bulunduğu sistemin ona sağladığı o küçük alanı bir hükümranlık aracına dönüştürür. Çünkü sistem, bu küçük tiranlıklara göz yummakta, hatta onları yeniden üretmektedir.
Güvensizlik: Sosyal Tutkalın Çözülüşü
Zygmunt Bauman'a göre güven, toplumların ayakta kalmasını sağlayan görünmez bir tutkal gibidir. Devletin adaleti tesis edemediği, bireyin haklarını koruyamadığı, kamusal görevlerin liyakat yerine sadakatle dağıtıldığı yerlerde bu tutkal erimeye başlar. Böyle bir toplumda kimse kimseye güvenmez. Komşusuna, iş arkadaşına, yoldaki yabancıya, hatta devlete Güvenin yerini, korku ve şüphe alır.
İbn Haldun'un meşhur "umran" teorisinde toplumlar, asabiyet (dayanışma) sayesinde kurulur, büyür ama konfor ve keyfiliğe kapıldıklarında çözülür. Bugünün kentli bireyi de kendi konforu uğruna başkasının yaşam hakkını çiğnemekten çekinmiyor. Böylece toplumsal bağlar kopuyor, ortak yaşamın zemini çatlıyor.
Sessiz Kalmak: Bireysel Sorumluluğun Erozyonu
Her gün maruz kaldığımız bu keyfilik ve şiddet, sadece bir yönetim krizine değil, aynı zamanda ahlaki bir çöküşe işaret eder. Her haksızlığa göz yuman, her kabalığa sessiz kalan, her güce boyun eğen insan, istemeden de olsa bu sistemin devamını sağlar. Arendt'in deyimiyle: "Kötülük, çoğu zaman şeytani bir kararlılıktan değil, düşüncesizliğin sıradanlığından kaynaklanır." Düşünmeyi bıraktığımızda, sorgulamayı terk ettiğimizde, yalnızca kötüye karşı değil, iyiye dair inancımızı da kaybetmeye başlarız.
Bu bağlamda sorumluluk, yalnızca bir başkasına ait değil; bizim sessizliğimiz, bizim tepkisizliğimiz de bu düzenin sürdürücüsü hâline geliyor. Yozlaşma yalnızca bir "yukarıdan dayatma" değil; aynı zamanda bizim alttan sessizce razı oluşumuzun da ürünüdür.
Peki, bu çürümüşlük sarmalından kurtulmak mümkün mü Evet, ama kolay değil. Öncelikle herkesin kendi gücünü yeniden tanımlaması gerekiyor. Gerçek güç, başkasına zarar verme kapasitesi değil; başkasına zarar vermemeyi tercih edebilme kudretidir. Gerçek otorite, korku yaymakla değil; güven vermekle ilgilidir. Yeniden insanlaşmak, yeniden birlikte yaşanabilir bir dünya kurmak istiyorsak, önce şu sorularla yüzleşmeliyiz: Bu düzene nasıl katkı sağlıyorum Ne zaman sessiz kaldım Ne zaman küçük bir keyfilikle bir başkasının canını yaktım Bu düzenin neresindeyim Ne zaman sessiz kaldım, ne zaman başkasının ezilmesine göz yumdum Çünkü yozlaşma sadece yukarıdan başlamaz; aynı zamanda sessizliğimizle aşağıdan da beslenir. Toplumun yeniden inşası, yalnızca yasalarla değil; ahlaki cesaretle, empatiyle, dayanışmayla mümkündür. Ve evet, bu zor bir yoldur. Ama başka bir yol da yoktur.
Pazar
Küresel Ufka Kapalı Zihinlerin Konformist İslam'ı
Taşralılık bir coğrafya meselesi değil, zihnin kendini sınırlandırma biçimidir. İslam dünyasında bu zihinsel kapanma, sadece kültürel üretimi değil, ahlaki ölçüyü, entelektüel cesareti ve kolektif bilinç inşasını da felce uğratmıştır. Taşralı bilinç, geleneği bir hafıza biçimi olarak değil, bir meşruiyet aracı olarak yeniden üretir. Bu yeniden üretim sürecinde gelenek artık ilham değil, taklit edilir; geçmişle hesaplaşılmaz, onunla özdeşleşilir. Böylece İslam, kendi evrensel iddiasını yitiren, ritüellere hapsolmuş bir kültürel dekorasyona dönüşür.
Zihin, soru sormaktan vazgeçtiğinde, ahlak yerini ahlâkçılığa; tefekkür yerini klişe tekrarına; direnç ise yerini itaate bırakır. Taşralılığın zihniyet dünyasında eleştiri, ihanet; özgür düşünce, sapkınlık; kavramsal derinlik ise "anlaşılmazlık"la damgalanır. Sorgulayan aydın ya susturulur ya marjinalize edilir. Aklın, sezginin, ilhamın ve hafızanın birlikte çalıştığı o İslamî düşünce geleneği, bu ortamda nefes alamaz hale gelir.
Bu zihinsel kapanma, popülizmin de zeminidir. Çünkü taşralı bilinç, tek sesli, duygusal ve mitolojik anlatılara daha açıktır. Popülist liderler, İslam'ı evrensel bir hakikat arayışı olarak değil, etnik kimliklerin, millî menfaatlerin ve grup psikolojilerinin meşrulaştırıcısı olarak görür. Din, bu şekilde siyasallaşmakla kalmaz; aynı zamanda bireyin vicdanından, aklından ve iradesinden kopartılır. Artık iman, bir bilinç sıçraması değil, kolektif bağlılık yeminine dönüşür. Bu yemin, çoğu kez liderin şahsında tecessüm eder.
Cihad kavramı bile bu zihinsel tasfiye sürecinden nasibini alır. Cihad, artık nefisle mücadele değil; politik meşruiyet aracı, sloganik bir mecburiyet biçimidir. Gazze'de, Yemen'de ya da başka bir mazlum coğrafyada ortaya çıkan haklı direnişler, taşralı zihin tarafından araçsallaştırılır. Mücadele, artık bir hak arayışı değil; haklı görünme biçimidir. Müslüman toplumlar bu yüzden ne dayanışmayı kurabilir ne adaletin küresel dilini inşa edebilir.
Taşralılık, çıkarı merkeze alan bir ekonomi-politik düzeni de beraberinde getirir. Ahlaki düşünce biçimleri, yerini hesaplı iyiliğe bırakır. Hangi değer, ne kadar kazandırıyor Hangi ilke, ne zaman işimize yarıyor Bu sorulara verilen pragmatik cevaplar, vicdanı örseler de sistemi sürdürmeye yeterlidir. Böylece eğitim, kültür, din ve siyaset alanlarında müsamahakâr görünüşlü bir konformizm hâkim olur. Taşra zihni, sürekli bir savunma psikolojisi içinde yaşar; tarih onun için ya bir övünç vesilesidir ya bir mağduriyet anlatısı.