Suriye'nin Yeni Eşiği

Bir diplomatik ziyaret, yalnızca bir protokol meselesi değildir. Suriye'nin geçici devlet başkanı Ahmed el-Şara'nın Moskova ziyareti de bu türden bir andır: Tarihsel bir sahnede, yıkılmış bir ülkenin enkazı üzerinde yürütülen pazarlıklar ve kurulmak istenen dengeler. Bu yıkımın ve bu pazarlıkların faili kimdir Suriye halkı mı, Rusya mı, yoksa diğer bütün aktörler hep birlikte mi

Esad rejiminin çöküşü, Suriye'nin trajedisinin son perdesi değil, sadece yeni bir perdenin açılışıdır. Yıllardır iç savaşın, vekâlet mücadelelerinin, yabancı üslerin ve mezhep eksenli siyasetlerin altında ezilen bu toprak, şimdi "yeniden inşa" adıyla yeni bir paylaşımın nesnesi hâline geliyor. Ahmed el-Şara'nın Moskova'ya gidişi, bir yönüyle ülkesine nefes arayışı; diğer yönüyle yeni bağımlılıkların kapısını aralayış.

Moskova, bu ziyareti "dostlukların devamı" diye adlandırıyor. Putin, görüşmede, "Suriye halkının çıkarlarını her zaman koruduk" derken, tarihin ironisi içten içe gülüyor. Çünkü o halkın çocukları hâlâ mülteci kamplarında, o topraklar hâlâ enkaz altında. Fakat büyük güçlerin hafızasında, halklar değil, anlaşmalar kalır. Savaşın külü daha soğumadan enerji projeleri, altyapı ihaleleri, kültürel iş birliği protokolleri konuşuluyor.

Rusya, Suriye'den çekilmeden kalmanın ve elini güçlendirmenin yollarını arıyor. Çünkü Rusya, Esad'ın düşüşüyle askeri gücünü değil ama sembolik üstünlüğünü yitirdi. Şimdi bu açığı "sivil diplomasi"yle kapatmaya çalışıyor: yeniden inşa, enerji, turizm, sağlık... Soğuk Savaş'tan miras kalan dostluk söylemi, günümüzde ekonomik pragmatizmin örtüsü olmuş durumda.

Putin için mesele artık Şam'da kim oturduğu değil, Tartus limanının, Hmeymim üssünün ve Akdeniz koridorunun güvenliğidir. El-Şara ile yapılan görüşmede "sekiz on yıllık dostluk" vurgusu, bu stratejik sürekliliğin diplomatik kılıfıdır. Moskova, Esad'sız bir Suriye'ye geçişte de yerini korumak istiyor.

Ama bu aynı zamanda, Rusya'nın içinden geçtiği dönüşümün de bir göstergesi: Askerî tahakkümden ziyade yumuşak güç ve ekonomik nüfuz dönemine geçiliyor. Silahların yerini, inşaat firmaları ve enerji şirketleri alıyor. Yani savaş bitmedi sadece biçim değiştirdi.

Batı dediğimiz ülkeler ise çıkarlarının durumu ne olacak diye gözlerini bu görüşmeye dikmiş ve Batı başkentleri bu tabloyu temkinli bir iyimserlikle izliyor. Washington ve Brüksel için Esad'ın devrilmesi, uzun zamandır beklenen bir "siyasi arınma"ydı. Ama mesele yalnızca kimin gittiği değil, kimlerin kaldığı. Rusya, "yeniden inşa" sürecini sahiplendikçe, Batı bu topraklarda meşruiyet krizine düşüyor. Çünkü ellerindeki kan izi, yıkım ve göçlerin oluşturduğu dramaların izi var ve bütün bu süreçte pay sahibi aktörlerin kurumuş vicdanlarının izi olan karanlık bir geçmişleri de var.

Batı, kendi eliyle yıktığı düzenleri yeniden inşa etme alışkanlığını sürdürmek istiyor; fakat Suriye'de halkın hafızası, artık dış müdahalenin değil, iç yaraların sesiyle dolu. Bu yüzden Batı için en büyük sınav, "yardım" kelimesinin sömürüsüz bir anlam kazanıp kazanamayacağı. ABD merkezli düşünce kuruluşları bu durumu "koşullu katılım" diye tanımlıyor: Finansal destek karşılığında şeffaflık, insan hakları ve azınlık güvenliği. Ne kadar "asaletli!" görünürse görünsün, bu koşulların ardında yine bir hegemonya düzeninin gölgesi duruyor.

Türkiye için Suriye hiçbir zaman uzak bir dosya olmadı. Sınırın öte yanı, insani dramın, göçün, terör tehdidinin ve dış politikanın iç içe geçtiği bir alan. Esad sonrası dönem, Ankara için hem fırsatlar hem riskler içeriyor: Fırsat, diplomatik açılım ve ekonomik katkı; risk ise Rusya- İran rekabetinin yeniden kızışması.

Suriye'nin yeniden inşasında Türkiye, coğrafi konumu ve lojistik kapasitesiyle vazgeçilmez aktörlerden biri olabilir. Fakat Ankara'nın karşısındaki tablo net: Moskova, Tahran ve Şam hattı, yeni dönemde de bölgeyi kendi güvenlik paradigmasıyla kuşatmak istiyor. Batı'nın ise bu tabloya müdahil olmak için insani gerekçelerden çok stratejik hesapları var. Bütün bu denklemin ortasında, Türkiye hâlâ "adalet" kavramını siyasetinin merkezine koyabilecek mi İşte sorulması gereken asıl soru budur.

Yeni sömürge biçimi olarak 'yeniden inşa ekonomisi'

Yirminci yüzyılın sonunda savaşların yerini "yeniden inşa endüstrisi" aldı. Yıkımın müteahhitleri ile onarımın sponsorları çoğu zaman aynı ellerdir. Bugün Suriye'nin önünde duran tehlike tam da budur: Ülkenin geleceği, halkın iradesinden çok dış finansörlerin plan masalarında şekilleniyor. Rusya "kardeşlik" diyor, Batı "yardım" diyor, ama her iki dilin de ardında aynı ekonomik aritmetik var. Akif Emre'nin bir yazısında söylediği gibi: "Büyük güçler, felaketin tanımını bile kendi çıkar dillerinde yapıyorlar." Bu yüzden mesele, hangi ülkenin kazandığı değil, hangi toplumun var olabildiğidir.