Sevmek ve Korkmak

Birini kaybetmekten korkuyorsan, onu gerçekten sevmişsindir. Ama belki de daha derin ve daha tuhaf bir hakikat vardır: Aslında sevdiğimiz şeyler değil, onları kaybetme korkumuzdur. Kayıp fikri, sevgiden daha kalıcı olabilir. Kalpte bir yer açar, oraya yerleşir ve artık sevilenden daha çok orada kalır.

Aziz Augustinus'un İç Konuşmaları (Soliloquia), akıl ile ruhun birbirine sorular sorarak ilerlediği bir iç yolculuktur. Bu kitapta Augustinus, neleri sevdiğini anlamaya çalışırken, ne kadar kırılgan olduğunu da itiraf eder. Akıl sorar: "Tanrı'dan ve kendinden başka bir şeyi seviyor musun" Augustinus cevap verir: "Sahip olduğum duyuya dayanarak sevmiyorum demek isterdim. Ama daha doğru bir biçimde hiçbir şey bilmediğimi söylemeliyim." Ardından itiraflar gelir: Sevdiklerini kaybetme korkusu, acı çekme korkusu ve ölüm korkusu…

Bir insan sevdiği şeyleri sayarken aslında korkularını da sayar. Çünkü korku, sevginin öteki yüzüdür. Augustinus'un söylediği gibi, birini kaybetmekten korkuyorsan onu seviyorsundur; ama aynı zamanda, bu korku senin sevme biçimini de belirler. Demek ki, korktuğun ölçüde seviyorsun. Belki de sevdiğin ölçüde değil.

Bugün de bu sorular değişmiş değil. İnsan hâlâ aynı boşluğun içinde bir anlam, bir bağ, bir güven arıyor. Günümüz insanı, sevdiklerine dört elle sarılıyor ama aynı zamanda onları kaybetme fikriyle boğuluyor. Bu yüzden bağlar sahici olmaktan çok bağımlılıklara dönüşüyor. Aile, aşk, arkadaşlık, kariyer… Ne kadar çok bağ kurarsak, o kadar çok korku üretiyoruz. Ve belki farkında olmadan sevginin kendisini değil, onun çevresine ördüğümüz güvenli surları seviyoruz.

Augustinus'un iç konuşmalarında akıl çok serttir. Tıpkı içimizdeki eleştirmen gibi. Der ki: "Demek ki sağlığını, sevdiklerini ve hayatın kendisini seviyorsun. Aksi takdirde bunları kaybetmekten korkmazdın." Bu cümle bize şunu hatırlatır: İnsan sadece soyut hakikatleri değil, tenine dokunan, gözle gördüğü, eliyle tuttuğu şeyleri sever. Ve bu sevgiler, onun ne kadar kırılgan olduğunu açığa çıkarır.

Bugün bunu bir hastane odasında beklerken, bir savaş haberi izlerken ya da bir çocuğun gözyaşlarını görünce hissediyoruz. Sevgimiz, en çok tehdit edildiğinde ortaya çıkıyor. Oysa tehdit edilmeyen sevgi çoğu zaman sıradanlaşıyor, neredeyse unutuluyor. Belki de bu yüzden felaket anlarında insanlar birbirine daha çok sarılır; çünkü o anlarda sevginin ne kadar değerli olduğunu hatırlarız, ama hâlâ sevgiyle değil korkuyla bağ kurarız.

Bir başka dikkat çekici nokta şu: Augustinus, bir anda sağlığına kavuşsa, sevdikleri yanına gelse mutlu olup olmayacağını sorduğunda "şüphesiz" cevabını veriyor. Ama ardından akıl tekrar onu uyarıyor: "Bu durumda hâlâ zihninin hastalıkları seni yönetiyor demektir." Yani dışsal koşullar düzelse bile içsel dertler bitmez. Bu, günümüzün en derin çıkmazlarından biri değil mi Psikolojik rahatsızlıkların artması, kaygının yaygınlaşması, anlam arayışının giderek kişisel krizlere dönüşmesi… Hepsi bize gösteriyor ki; fiziksel güvence, sosyal statü, duygusal destek tek başına yetmiyor. Ruhsal açlık doyurulamıyor.

Augustinus bu noktada önemli bir soruyu ima eder: Mutluluk dışsal koşullarla mı gelir, yoksa içsel dönüşümle mi Eğer mutluluk sevdiklerinin varlığına, sağlığın yerine, hayatın uzunluğuna bağlıysa; bu durumda her an kırılmaya, dağılmaya mahkûmdur. Oysa kalıcı mutluluk, sevginin nesnesini doğru belirlemekten geçer. Augustinus'a göre bu nesne Tanrı'dır. Bugün için bu kavramı, her insanın inancına göre genişletebiliriz: aşkın olan, kalıcı olan, seni senden daha çok seven bir varlık ya da anlam.

Ama işte mesele burada başlar: Bu tür bir sevgi kolay değildir. Çünkü alıştığımız sevgiler somuttur, görünürdür. Ebeveyn sevgisi, eş sevgisi, dost sevgisi… Hepsi somut kişilere yöneliktir. Oysa aşkın sevgi, çoğu zaman soyut bir güven duygusudur. Kendini teslim etmeyi, anlam arayışını bırakmayı ve "bilmediğini bilme" hâlini kabul etmeyi gerektirir. Bu da günümüz bireyi için oldukça zor bir eşiktir. Modern birey, kontrol etmeyi sever; teslim olmayı değil.

Augustinus'un iç konuşmalarındaki ruh, tam da bu ikilemde çırpınır. Bir yandan Tanrı'yı ve hakikati sevmek ister; öte yandan sevdiklerinin kaybıyla sarsılır. Bir yandan ebedî olanı ister; öte yandan dünyevi olanın büyüsünden kurtulamaz. Bu, belki de her çağda insanın en temel trajedisidir: Sonsuzu arzular ama geçici olanda oyalanır.