Okullar Açılırken

Okullar Pazartesi günü açılıyor. Her yıl olduğu gibi caddeler, kırtasiye dükkânları, mağazalar çocukların ve ailelerin telaşıyla dolup taşıyor. Çantalar hazırlanıyor, formalar ütüleniyor, bütçeler zorlanıyor. Ama bu heyecanın içinde ağır bir gölge var: gelecek kaygısı. Biz, kendi gençliğimizde "zamanımız zor" derdik. Ama bugün bakıyorum da şimdiki gençlerin yükü bizimkinden çok daha ağır. Çünkü ulaşmak istedikleri şeyler, neredeyse hayal mesafesine taşındı. Üniversiteye giren genç, çıkışta iş bulabileceğini bilirdi eskiden. Bugün ise, en iyi bölümlerden mezun olanlar bile bambaşka işlere savruluyor, önemli bir kısmı uzun süre ailelerinin himayesinde hayatın bir fırsat sunmasını bekliyor.

Üstelik bu yalnızca "uzay mühendisliği" gibi ihtisas alanları için geçerli değil. Daha pratik, daha çok istihdam sağlayacağı düşünülen öğretmenlik, mühendislik hatta neredeyse tıp gibi bölümlerde bile tablo farklı değil. Mezun oluyorlar ama sistem onlara "yerim yok" diyor. Ve sistemin yürütücü aktörlerinin böyle bir kaygısı olduğunu da zannetmiyorum. Aileler, çocuklarını okutmak için daha zor şartlarda daha büyük emek harcıyor. Ama karşılığında, umutla kurulan hayallerin birer birer yıkıldığını görüyorlar. Bu yüzden okul yollarını dolduran her öğrenci adımında bir umut taşırken, velilerin gözlerinde aynı anda bir kaygı parlıyor.

Asıl acı olan ise şu: Yetkililer, sistemi hallaç pamuğu gibi savuran kararlar alıyor ama geleceğe dair umut olacak hiçbir şey ortaya koyamıyor. Sanki eğitim, sürekli deneme tahtası; her kuşak da bir denemenin kurbanı. Eskiden, yirmi yılda bir "kayıp nesil" çıkardı. Şimdi neredeyse her kuşak kayıp. Çocuklarımızın mutluluğu bu kadar zor olmamalıydı. Çünkü genç demek, umut demektir. Bir genç mutlu değilse, bir ülkenin bütün sistemini baştan aşağı gözden geçirmek gerekir. Okullar Pazartesi açılıyor. Çantalar dolu, yollar kalabalık, umutlar yarım. Bizim sorumuz şu: Bu nesil de kayıp mı olacak, yoksa nihayetinde onlara hak ettikleri gelecek sunulabilecek mi

"Peki, Ne Yapmalı" sorusunu hiç sormayalım mı Elbette ki bunu en çok sorması gerekenlerin şekil ya da ideolojik görüntülerle uğraşmaktan bu tarz sorularla uğraşacak vakitlerinin olduğunu sanmıyorum. Açıkçası bugün eğitimle ilgili tartışmalarda en çok unuttuğumuz şey, meselenin yalnızca teknik değil, aynı zamanda insani bir boyutu olduğudur. Eğitim, sınavların, ders kitaplarının, yönetmeliklerin ötesinde; bir çocuğun hayatına dokunan, onu hayata hazırlayan, kimliğini inşa eden bir süreçtir. O yüzden çözüm de tek bir alanda değil, bütüncül bir yaklaşımla aranmalıdır. Kalıcı bir eğitim vizyonumuz neden yok. Her siyasi değişiklikte baştan yazılan bir eğitim sistemi (gerçi artık bakan veya bürokrat değişimi bile birçok şeyin sil baştan başlamasına neden oluyor ya!), hiçbir kuşağa güven vermez. Türkiye'nin ihtiyacı, kısa vadeli popülist adımlar değil; toplumun tüm kesimlerinin katkısıyla hazırlanmış, on yıllara yayılan bir ulusal eğitim vizyonudur.

Eğitim-istihdam dengesinin kurulması önemli bir adım ama bunu içinde büyük bir siyasi irade gerekiyor. Üniversite kontenjanları iş gücü piyasasıyla uyumlu hâle getirilmeli. Mezunların boşta kalmayacağı, sektörlerle güçlü bağların kurulduğu, mezuniyet sonrası istihdam garantili modeller geliştirilmelidir. Bunlardan belki de en önemlilerinden biri Mesleki eğitimin güçlendirilmesidir. Türkiye, üretim ve teknoloji alanında ilerlemek istiyorsa mesleki eğitimi ikinci sınıf olmaktan çıkarmalıdır. Avrupa'daki örneklerde olduğu gibi, sanayiyle iş birliği yapan teknik liseler ve uygulamalı yüksekokullar yeniden yapılandırılmalıdır.