İnsanın Üçgeni

"Ölüm yabancı bir âlemde bir geceyse bile,

Tahayyülümde vatan kalsın eski haliyle..."

(Yahya Kemal)

*

· "Onları kendi hallerine bırak, yiyip içsinler, dünyanın sefasını sürsünler, boş ümitler onları oyalayadursun. Aldırış etme, yakında onlar başlarına nelerin geleceğini öğrenecekler." (Hicr, 3)

· "De ki: Herkes fıtrat ve mizacına göre amel eder. Fakat kimin daha doğru bir yolda olduğunu en iyi Rabbiniz bilir."

*

· Ebû Hureyre'den (R.A.) rivayet edildiğine göre, Resûlullah (S.A.S.) şöyle buyurmuştur:

"Allah, cahiliye gururunu ve atalarla övünme âdetini ortadan kaldırmıştır. 'Takva sahibi mümin' ve 'bedbaht günahkâr' (ayrımı vardır). İnsanlar Adem'in çocuklarıdır, Adem ise topraktan yaratılmıştır." (Tirmizî, Menâkıb, 74)

***

Toplantıdan Toplantıya Yaşamak ya da Boşluğun Kurumsal Takvimi

Zamanımızın en gözde meşguliyetlerinden biri de toplantılar. Gün geçmiyor ki bir akademisyen, bir bürokrat, bir yönetici ya da bir STK temsilcisi sosyal medya hesabında "toplantıdan toplantıya koşmaktan" dert yanmasın ya da bununla gizli bir gururla övünmesin. Hatta "toplantılar arasında geçen zamanlar" neredeyse hayatın kendisinin bir tür tali süreci gibi görülüyor artık. Sanki asıl gerçeklik, Power Point'lerin gölgesinde yaşanıyor. Sanki bir insan ne kadar çok toplantıya katılırsa o kadar çok çalışıyor, o kadar çok işe yarıyor gibi.

Açık konuşayım, benim bu kadar çok toplantının yapıldığı ama bu kadar az işin üretildiği başka bir dönem hatırladığım pek yok. Belki bu da "toplantılar çağında yaşamak" gibi ironik bir durumun sosyolojik karşılığıdır. Çünkü artık bazı kurumlar, toplantılar sayesinde varlıklarını sürdürüyor gibi. Eğer her hafta düzenli olarak "kurumsal gelişim değerlendirme toplantısı", "iç kontrol izleme ve değerlendirme toplantısı", "stratejik hedef gözden geçirme toplantısı" yapmazsanız kurumunuzun faaliyet raporu boş kalacak diye endişe edebilirsiniz. Zira içerik üretmenin yerini toplantı tertip etmek almış durumda.

Toplantı sosyolojisi diye bir şey varsa -ve artık varsa, yazma vakti geldi demektir- bunun temel kavramı "temsili emek"tir. Gerçek üretimle, anlamlı katkıyla, özgün fikirle ya da bilimsel birikimle değil; o üretimlerin sahnelenişiyle ilgilidir bu yeni dönem. Toplantılar tam da bu nedenle "çalışıyormuş gibi görünmenin" en kurumsal, en risksiz yoludur.

Bir toplantıya katılmak için gerekli olan tek şey vaktinizi vermenizdir; fikrinizi vermeniz bile çoğu zaman beklenmez. Hele konuşmanız zaten çoğunlukla istenmez. Konuşacakların listesi önceden bellidir çünkü. Bir başkan, birkaç müdür, birkaç övgü, birkaç "alınan karar", sonra toplantı biter. Amaç hiçbir zaman meseleyi çözmek değildir. Amaç, meseleyi konuşarak zamana yaymak, çözüyormuş gibi yapmak, muhataplara meşguliyet mesajı vermektir.

Toplantıların neden bu kadar sevildiğini artık yavaş yavaş anlıyorum. Çünkü toplantılar, hiçbir gerçek üretim baskısı olmadan meşgul görünmenin en konforlu yoludur. Asıl işlerini yapmak istemeyen insanlar için toplantılar bir tür "mesleki kaçış alanı"dır. Ne kadar çok toplantıya girerseniz, o kadar az makale yazmanız, o kadar az proje üretmeniz, o kadar az öğrenciyle vakit geçirmeniz normalleşir. Akademideki bir yöneticinin tek bir ders vermeden, tek bir makale yazmadan, tez danışmanlığı yapmadan yıllarını "toplantıdan toplantıya" geçirebilmesi tam da bu nedenledir. Bir tür statü illüzyonudur bu.

Kurum içi maillerin en sık kullandığı kelimeler artık "katılım", "onay", "hazırlık", "gündem", "sunum", "koordinasyon" gibi kelimelerdir. Dikkat edin, bunların hiçbirinde doğrudan bir üretim çağrısı yoktur. Tam tersine, üretimi erteleyen, bürokratikleştiren, dağıtan bir yapıya sahiptirler. Modern bürokrasi böylece içeriği değil, süreçleri kutsar. Her şey bir "süreç"tir; karar almak bile başlı başına bir toplantının konusudur artık.

Bir akademisyenin takvimi doludur. Ama bu doluluğun içeriği çoktan boşalmıştır. Bir insanın haftada beş komisyon toplantısına, üç panel oturumuna, iki disiplin kurulu görüşmesine, bir akademik kurul öncesi istişare toplantısına katılıp hâlâ düşünsel üretim yapabilmesi mümkün mü Dahası, böyle bir rutinde o insan hâlâ kendini akademisyen olarak tanımlıyorsa, bu tanımın içeriğini yeniden düşünmenin zamanı gelmiş olabilir.

Toplantıdan Toplantıya Din

Hadi meseleye yine başka bir yerden yaklaşalım: Toplantılar bir tür seküler ibadet mi oldu acaba Her hafta tekrarlanan, belirli ritüelleri olan, belli kelimelerin tekrarlandığı, hatta oturma düzeninin bile değişmediği bu toplantılar bir tür "bürokratik namaz" mı artık İçsel derinlikten uzak ama biçimsel bağlılığın esas olduğu bu ibadet türü, insanlara bir aidiyet duygusu veriyor mu gerçekten

Bu kadar çok toplantıya giren bir insanın gerçekten tefekküre vakti kalabilir mi Tanrı hakkında, hayat hakkında, kendisi hakkında düşünebilir mi Herkesin "meşgul" olduğu ama kimsenin "dolu" olmadığı bir dünyada, anlamı nerede arayacağız

Şunu kabul edelim: Her gün onlarca toplantıya giren bir üniversite yöneticisinin, bir bürokratın, bir danışmanın yaptığı işin büyük kısmı temsilidir. Yani bir yaparmış gibi yapma sanatı. Ama bu sanat artık toplumun genel yaşam biçimi haline geldiyse, burada durup düşünmemiz gerekir.

Belki de yeniden üretimi, yeniden düşünmeyi, yeniden öğrenmeyi mümkün kılan asıl şey "boşluk"tur. Takviminizdeki boşluklar sizin düşünme alanlarınızdır. O boşluklar sizi insan yapan, sizi canlı tutan, sizi kendinize döndüren vakitlerdir. Çünkü bazen en anlamlı işler, hiçbir toplantıya girmediğiniz o sessiz saatlerde olur.

**

İstikametin Kayıp Haritası: Ahlâk, Hukuk ve Siyaset Üçgeninde İnsan

İnsan, anlam arayan bir varlık değildir yalnızca; aynı zamanda yön arayan bir varlıktır. Yön, istikamet demektir; istikamet ise yalnızca fiziksel bir yönelişi değil, zihinsel, ahlâkî ve siyasal bir eğilimi de ifade eder. Bu nedenle insanın yönü kaybolduğunda, hayatın anlamı silikleşir; anlamın silikleştiği yerde, eylemin hikmeti yiter. Hangi istikamette olduğunu bilmeyen kişi için, neyin doğru, neyin hayırlı, neyin adil olduğunu ayırt etmek güçleşir. Bu yüzden, yönsüzlük yalnızca bireysel bir buhran değil, toplumsal bir arıza hâline gelir.