Türkiye'nin son yirmi yılı, yalnızca bir partinin iktidar olma hikâyesi değil, aynı zamanda devletin giderek bir partinin kimliğiyle özdeşleşme sürecidir. AKP, kuruluş döneminde "hizmet siyaseti" ve "insan merkezli dönüşüm" iddiasıyla öne çıkarken, zamanla devletin bütün eklemlerini kendi kadrolarıyla doldurarak, kendisini devletin ta kendisi olarak görmeye başlamıştır. Bu durum Poulantzas'ın devlet kuramında işaret ettiği "devletin görece özerkliğini yitirmesi" olgusunu çağrıştırır: İktidar partisi, yalnızca devleti yönetmekle kalmamış, devleti kendi varlığının aynası haline getirmiştir.
Türkiye'nin son yirmi yılına damga vuran siyasal gelişmeler, yalnızca bir partinin iktidarda kalma stratejilerinin değil, aynı zamanda muhalefetin bu stratejiler karşısındaki dağınık, edilgen ve çoğu zaman faydacı konumunun da ürünüdür. AKP'nin iktidar serüveni, başlangıçtaki "hizmet" ve "insan merkezli siyaset" söyleminden giderek uzaklaşarak, kendisini devletin ta kendisi olarak görme vehmine kapılmasıyla karakterize edilebilir. Bugün yaşadığımız kriz, yalnızca bir iktidar krizinden ibaret değildir; aynı zamanda muhalefetin de halkla kuramadığı sahici bağın, güven erozyonunun ve çözüm üretme kapasitesinin zayıflığının sonucudur.
AKP'nin en büyük krizi, zaman içinde toplumsal meşruiyetini hizmet üzerinden değil, bizzat devletin kurumsal varlığıyla özdeşleşerek kurmaya çalışmasında yatıyor. Parti, eklemleriyle birlikte adeta devletin kendisi olduğu vehmine kapılmıştır. Bu vehim, doğal olarak, vatandaşın maslahatını gözetmekten çok kendi bekasını önceleyen bir siyaset tarzı doğurmuştur. İktidarın temel saikinin artık toplumsal refah veya adalet olmadığını; varlığını sürdürme, kendini tahkim etme, kadrolarını koruma ve genişletme olduğunu gözlemlemek mümkündür.
Bu durum, siyasal psikolojide bilinen bir refleksi hatırlatır: Güç, bir kez mutlaklaşmaya başladığında, kendi meşruiyet zeminini yeniden üretmek için dışarıya değil içeriye bakar. Toplumsal taleplere kulak vermek yerine, kendi sürekliliğini garanti edecek araçlara yönelir. AKP'nin kadrolarında görülen sadakat esaslı yapılanma, liyakatin yerini alan parti sadakati, bu dönüşümün en belirgin göstergesidir. Hizmet önceliğini yitiren her anlayış gibi, AKP'de de vazife bilinci kişisel menfaatin gölgesinde kalmış, devlet mekanizmasının büyük bir kısmı iktidar partisinin çıkarlarına angaje edilmiştir.
Sonuçta ortaya çıkan tablo, "kangren" niteliğinde bir yönetim anlayışıdır. Çünkü sorun çözme kapasitesi giderek zayıflayan, toplumsal yaraları sarmak yerine derinleştiren bir iktidar modeli oluşmuştur. Bu kangrenin üstünde ise, halkın korkuları, histerileri ve kırılganlıkları üzerinden kurulan bir siyasal alan yükselmektedir. İktidar, tam da bu kırılganlıkları manipüle ederek rahat bir manevra alanı bulmuş, kendi iktidarını tahkim etmiştir.
AKP'nin uzun süren iktidarının bir sırrı da, halkın kolektif psikolojisini okuma ve onu siyasallaştırma becerisidir. Geçmişin korkuları, ekonomik belirsizlikler, kimlik kaygıları ve dış tehdit algıları, iktidarın sürekli yeniden ürettiği politik bir sermayeye dönüşmüştür. "Biz gidersek devlet çöker" söylemi, yalnızca bir propaganda değil, aynı zamanda seçmenlerin bilinçaltında işleyen bir kaygıyı harekete geçiren psikolojik bir araçtır. Böylece iktidar, kendisini devletin yerine koyarken, muhalefeti de "dışsal" ve "tehditkâr" bir unsur olarak konumlandırabilmiştir.
Ancak bu stratejinin doğurduğu kriz, toplumsal fay hatlarının sürekli daha da derinleşmesidir. İnsan merkezini kaybeden bir iktidar, sorun çözmek yerine sorunlardan beslenmeye başlar. Bu da siyasal sistemin normal işleyişini bozar, toplum ile siyaset arasındaki bağları zayıflatır.
Ne var ki bu tablo yalnızca iktidarın değil, aynı zamanda muhalefetin de kriziyle açıklanmalıdır. Muhalefet, uzun süredir halkla arasında sahici bir bağ kurmakta zorlanmakta, güven telkin edememekte ve inandırıcılığını çok çabuk kaybetmektedir. Halkın gerçek sorunlarıyla doğrudan ilgilenmeyen bir muhalefet profili, iktidarın "alternatifsizlik" iddiasını güçlendirmektedir.
Türkiye'de muhalefet partilerinin önemli bir kısmı, iktidarın yarattığı parti-devleti düzeninden kendi ölçeklerine göre fayda devşirmektedir. Yerel yönetimlerde, sivil toplum alanında veya bürokraside kendilerine açılan küçük alanlarla tatmin olan muhalefet, büyük resimde "çözümün değil, problemin bir parçası" haline gelmektedir. İnsan merkezini kaybeden bir muhalefet de, iktidar gibi aynı kangrenin bir uzantısı olmaktadır.
Bugün STK'ların odağında ya da toplumsal kurumların gündeminde gerçek anlamda bir "alternatif siyaset" tartışması yer almamaktadır. Çünkü muhalefet, iktidarın çizdiği sınırların ötesine geçmeye cesaret edememektedir. İktidarın diline angaje olmuş, onun belirlediği zeminde siyaset yapmaya alışmış bir muhalefetin, halk nezdinde güven üretmesi mümkün değildir.
Hem iktidarın hem muhalefetin ortak sorunu, insan merkezini kaybetmiş olmalarıdır. Siyaset, bireyin gündelik hayatındaki somut sorunlardan -işsizlik, yoksulluk, adaletsizlik, eğitim, sağlık- giderek uzaklaşmış, soyut iktidar mücadelelerine indirgenmiştir. Oysa siyaset, özü itibariyle insanların hayatlarını kolaylaştırma, adaleti tesis etme ve ortak iyiyi inşa etme sanatıdır. Bu bağ koptuğunda, siyaset kendi kendini besleyen bir güç oyununa dönüşür.
Türkiye'de siyaset, tam da böyle bir çıkmazın içindedir. İktidar kendi bekasını toplumsal maslahatın önüne koyarken; muhalefet de kendi varlığını iktidarın varlığı üzerinden tanımlamaktadır. Böylece her iki kutup da, halkın sorunlarının çözümünden çok kendi siyasal mevcudiyetlerini koruma telaşıyla hareket etmektedir.