Bir vicdan kırılması olarak Gazze, bugün yalnızca bir coğrafya değil; çağımızın vicdanını yaralayan bir eşiktir. Birkaç kilometrelik kuşatılmış bir toprak parçası, insanlığın en büyük iddialarını sınayan bir laboratuvar haline gelmiştir. Demokrasi, özgürlük, insan hakları, adalet… Modern dünyanın en çok tekrar edilen kavramları, Gazze'nin enkazları arasında suskunluğa gömülüyor. Her bombalanan hastane, her yıkılan okul, aslında uluslararası sistemin çürüklüğünü, küresel düzenin ikiyüzlülüğünü açığa çıkarıyor.
Gazze'ye bakmak, sadece Filistinlilerin trajedisini görmek değildir. Aynı zamanda kendi insanlığımıza tutulmuş bir aynadır. Çünkü orada yaşanan her kayıp, bütün insanlığın kaybıdır. Bu yüzden Gazze'nin sessiz çığlığı, yalnızca bölgesel bir mesele değil; adaletin evrensel imtihanıdır.
Adaletin kadim kökenlerine dair bir hatırlatma yapmak da zor adaletini yitirmiş bir zamana çünkü hiçbir değerin, hiçbir "insani" özelliğin geçerli olmadığı bir karanlığı yaşıyoruz. Adalet kavramı, insanlığın ortak hafızasında en eski zamanlardan beri varlığını sürdürür. Platon'un Devlet'te "herkese hakkını vermek" olarak tanımladığı adalet, toplumsal düzenin temelini oluşturur. Aristoteles ise adaleti "eşit olanı eşit, farklı olanı farklı şekilde değerlendirmek" diye tarif ederek, ölçülülüğü ve orantılılığı merkeze alır.
İslam düşüncesi de adaleti merkezî bir ilke olarak görmüştür. Kur'an'ın en temel emirlerinden biri "adaleti ayakta tutmak"tır (Nisa, 135). Farabi, erdemli şehir tasavvurunu adalet üzerine inşa eder; İbn Haldun ise adaleti medeniyetin varlık şartı olarak görür: Adaletin ortadan kalktığı yerde devletin ömrü tükenmeye başlar. Bugün Gazze'nin enkazları arasında dolaşan sorular, aslında binlerce yılın birikimiyle inşa edilmiş bu adalet düşüncesine yöneliktir. Eğer adalet bir medeniyetin ayakta kalmasının temeliyse, Gazze'deki sessizlik bütün bir küresel medeniyetin çöküşünü haber vermektedir.
Modern çağın birçok döneminde küresel çapta 'adalet krizleri' görülmüştür. 20. yüzyılın felaketleri, adaletin yalnızca felsefi bir ideal değil, varoluşsal bir zorunluluk olduğunu göstermiştir. Hannah Arendt'in "kötülüğün sıradanlığı" kavramı, bürokratik ve teknik dillerin ardında insanlık dışı eylemlerin nasıl normalleştirildiğini açıklamıştı. Bugün Gazze'de kullanılan dil -"yan hasar", "operasyon", "güvenlik önlemleri"- tam da bu sıradanlaştırma mekanizmasının güncel versiyonudur. Ölümün ve yıkımın dili, teknik terimlerle maskeleniyor.
Levinas'ın öteki etiği de bu bağlamda hatırlanmalı. Ona göre ahlâk, soyut bir ilkeler manzumesinden değil, yüz yüze geldiğimiz ötekinin sorumluluğundan doğar. Gazze'de çocukların yüzüne bakabilen, enkazdan çıkarılan bedenlere şahit olan hiçbir insan, Levinas'ın etiğiyle düşündüğünde suskun kalamaz. Suskunluk, aslında ahlaki faillikten kaçıştır.
Edward Said ise Oryantalizm'de Batı'nın Doğu'yu bir temsil ve iktidar nesnesi haline getirdiğini gösterdi. Bugün Filistin meselesi, Batı'nın bu hegemonik söyleminin bir devamı gibi okunabilir: Filistinliler kendi acılarını bile ancak Batı'nın kabul ettiği bir dil içinde dile getirebiliyor; aksi hâlde görünmez oluyorlar. Bütün bu düşünürlerin işaret ettiği şey şudur: Modern çağ, adaleti ideal olmaktan çıkarıp bir retoriğe indirgemiştir. Gazze, işte bu retoriğin boşluğunu en çıplak haliyle açığa çıkarıyor.
Küresel bağlamda adaletsizlik ve çifte standartların artık gizlenmeden, hiçbir şeyden çekinmeden yapıldığı bir 'yeni dönem' e girmiş bulunuyoruz. Korkak toplumlar ve onların korkak, işbirlikçi liderlerine baktıkça bunun sanki malumun ilanı olarak görmek gerekiyormuş gibi bir durum ortaya çıkıyor. Oysa uluslararası hukuk, İkinci Dünya Savaşı sonrasında "bir daha asla" sözünün ürünü olarak inşa edilmişti. Ancak Gazze'de yaşananlar, bu hukukun ne kadar seçici ve güç merkezli işlediğini gösteriyor. Bir yerde insan hakları evrensel kabul edilirken, başka bir yerde güvenlik gerekçeleriyle askıya alınabiliyor. Bu çifte standart, küresel siyasetin ahlaki temelini yok ediyor.
Batı'nın demokrasi ve insan hakları söylemleri, Gazze'nin yıkılmış sokaklarında yankısız kalıyor. Çünkü orada hak ihlalleri yalnızca istatistik, yalnızca haber bülteni malzemesi. Oysa her kayıp, insanlığın bütün değer sistemine yönelmiş bir saldırıdır. Bu noktada küresel adaletsizlik yalnızca savaş alanlarında değil, ekonomik ve kültürel alanlarda da kök salıyor. Zengin ile yoksul ülkeler arasındaki uçurum, modern teknolojinin eşitsiz paylaşımı, göçmen krizleri… Bütün bunlar Gazze'nin trajedisini daha da derinleştiriyor. Çünkü Gazze, sadece yerel bir kriz değil, küresel adaletsizliğin odak noktasıdır.
Gazze, çağımızın simgesel mekânıdır. Tıpkı Auschwitz'in 20. yüzyıl için ne ifade ettiyse, Gazze de 21. yüzyıl için benzer bir imtihan alanıdır. Elbette tarihsel koşullar farklıdır, ama ortak nokta aynıdır: İnsanlığın büyük iddiaları, küçük bir mekânda çürümeye terk edilmektedir. Gazze, bize insanlık hâllerimizin sınırlarını hatırlatıyor. Orada yaşanan her şey, aslında dünyanın neresinde olursak olalım bize dair bir şey söylüyor. Çünkü zulüm bir yerde meşrulaştığında, başka bir yerde yeniden üreyebilir. Bu yüzden Gazze'ye bakmak, sadece politik bir pozisyon almak değildir; aynı zamanda ahlaki bir tavırdır. Gazze'deki sessizlik, suskunluğumuzun yankısıdır. Ve suskun kaldıkça kendi insanlığımızdan biraz daha eksiliyoruz.

41