Dağılmanın Eşiğinde Bütünleşmek

Hayat, dışarıdan bakıldığında bir süreklilik gibi görünür. Sabah başlar, akşam biter; insan doğar, büyür, yaşlanır ve ölür. Fakat bu çizgisel zaman içinde insanın ruhsal yolculuğu düz bir hat üzerinde ilerlemez. Daima çıkışlar, dağılışlar, parçalanışlar yaşarız. Bazen öyle zamanlar olur ki, insan kendini tam da ortasından ikiye bölünmüş gibi hisseder. İşte tam bu noktada devreye giren şey, ruhumuzun dayanak noktasıdır: inanç, tevazu, farkındalık ve direniş.

Hayat, her zaman düzenli ve anlamlı görünmez. Bazen insan, içinde bulunduğu karmaşada yönünü yitirir; parçalara bölündüğünü hisseder. Fakat bu dağılma, çoğu zaman yeni bir bütünlüğün habercisidir. İnsan, yıkımın ardından toparlanmayı öğrendiğinde asıl yolculuğu başlar. İşte o yolculuk, insanı içsel bir derinliğe, bir arayışa ve nihayet bir toparlanmaya götürür.

Ruhumuzda oluşan çatlakları örten şey çoğu zaman inançtır. Fakat bu, kuru bir itaatten öte, ruhu kuşatan bir farkındalık hâlidir. İnanç, varoluşun çıkmaz sokaklarında yol bulmak değil, o sokakların neden var olduğunu anlamaya çalışmaktır. Çünkü inanç, ruhta bir dağılma değil, bir toparlanma, bir bütünlenme halidir. İnsanı dış dünyanın karmaşasından alıp içsel bir düzene taşıyan, işte bu derin bağlılıktır. O yüzden inanan insanın gözünde her kriz, aslında bir giriş kapısıdır. İçeriye, yani kendine doğru…

Ama içe dönmek kolay değildir. İnsan, kendi gücünün sınırlarını fark etmeden derinleşemez. Çünkü hakikatle ilk karşılaşma, zayıflığını kabul etmektir. Gücünün ancak bir yere kadar işe yaradığını, yardım görmedikçe hiçbir şeyin üstesinden gelemeyeceğini fark ettiğinde, insanın içinde yeni bir kapı açılır. Bu farkındalık, modern insanın en çok kaçtığı yerdir: acziyet. Oysa acziyet, bizi kibirden kurtaran en güçlü öğretmendir.

Tevazu, tam da bu noktada çıkar karşımıza. Çünkü tevazu yalnızca başını eğmek değil, yerini bilmektir. İnsan olmak, sonsuz bir evrende kendi sınırlarının bilincine varmaktır. Ve bu bilincin taşıdığı sadelik, insanı büyüklük sanrısından kurtarır. Kibrin zıddı olan tevazu, insanın kendiyle barışmasının ilk adımıdır.

Fakat tevazu, durağanlık değildir. Aksine, hareketin doğuş noktasıdır. Merakla birleştiğinde ise içsel bir devrimin kapısını aralar. Zira merak bir devrimcinin hazırlığıdır. Soran, düşünen, sorgulayan insan, değişmeye ve değiştirmeye hazırdır. O yüzden merak eden kişi, kendine dokunur; kendi sınırlarını aşar ve yaşamı daha derin bir yerden okumaya başlar.

Ama bu yolculuk daima bir çelişkiyi beraberinde getirir. Kalp bir yöne çekiştirirken, akıl başka bir yolda ısrar eder. Katlansak kalbimiz dayanmıyor, uysak aklımız razı gelmiyor. Tam da bu gerilimde şekillenir insan. Çünkü insan, tek bir çizgide ilerlemez. İçinde birçok çatışma barındırır ve bu çatışmalar onun var oluşunun ayrılmaz parçalarıdır. Yaşamak, diğer hayatlarla değil yalnızca; kendi içinde de sürekli zıtlaşmayı gerektirir.

Her insan, kendi içsel coğrafyasında çatışmalar yaşar. Fakat bu çatışmalar bir yıkım değil, bir inşa sürecidir. Zıtlıklar bizi geliştirir, sınırlarımızı çizer, kim olduğumuzu gösterir. Hayatın gerçekliğiyle her karşılaşmamızda, biraz daha yoğrulur, biraz daha insanlaşırız.

Bütün bu çatışmaların içinde güzelliği koruyabilmek ise ayrı bir meziyettir. Hayat, ideal olanla değil, gerçek olanla kuruludur. Üstünü yosun kaplasa da lotus çiçeği güzelliğinden bir şey kaybetmez.

Aydaki benek, onun büyüsünü azaltmaz; aksine karanlığın içinde parlayan güzelliği derinleştirir. İnsan da tıpkı böyledir. Kusurları, lekeleri, acılarıyla birlikte anlam kazanır. Eksiksiz olmak, insanı tam yapmaz; eksikleriyle yüzleşmek yapar.

Bu yüzden iyi insan, yalnızca ahlaklı olan değildir; duygularıyla kavga edebilendir. Kederin galip gelmesine izin vermeyen, her fırtınada dağlar gibi sakin kalabilen insandır. Dışarıda kopan kasırgalara karşı içsel bir denge kurabilen, kalbini teslim etmeyen insan… Çünkü keder, gelip geçicidir ama teslimiyet kalıcı bir hasar bırakabilir. İyi insan, ruhunun merkezini kaybetmeyen insandır.

Zaman zaman insanın yönü şaşar, yollar bulanıklaşır, şüphe kalbi sarar. İşte o zaman, aklın çizdiği haritalar yetmez. En doğru rehber, kalbin kışkırtmaları olur. Kalp, bir sezgi değilse nedir Kalp, çoğu zaman bilgiden önce konuşur, çünkü orada yalnızca düşünce değil, vicdan vardır. Kalbin dürtüleri, insanı hakikate yaklaştıran en samimi yoldur. Akıl hesap yaparken, kalp hisseder. Ve çoğu zaman asıl hakikat, hislerin derinliğinde saklıdır.

İnsan, kendini ararken parçalanır. Parçalanırken büyür, büyürken bütünleşir. Her kayboluş bir iz bırakır, her iz bir yolculuğun kanıtıdır. Dağılmak, insanın doğasında vardır. Ama mesele, bu dağılmanın içinde toparlanacak bir çekirdeği koruyabilmektir. O çekirdek, inançtır, tevazudur, meraktır, dirençtir. Ve en çok da kalbin sesini dinleyebilme cesaretidir. İnsanın dağılma ve toparlanma serüveninde en büyük dayanaklardan biri tevazudur. Yunus Emre'nin sözleri, bu gerçeği yüzyıllar öncesinden bugüne taşır.

İnsanlık, her çağda farklı sınavlardan geçti. Ama bazı sınavlar hiç değişmedi: Güç tutkusu, kibir, gösteriş, kendini olduğundan fazla görme… Bunlar çağların üstünden atlayan, insana her daim musallat olan aynı gölgeler. Ve o gölgelere karşı her çağda aynı ilacı fısıldayan sesler oldu. Onlardan biri de Yunus'un sesidir. Yunus Emre'nin tevazu üzerine söylediği mısraları bugün okuduğumuzda, bir 13. yüzyıl dervişinin değil, adeta modern insanın kalabalıklar içinde kaybolmuş ruhuna seslenen bir bilgenin nefesini hissederiz. Çünkü tevazu, insanı insan yapan, kalbini diri tutan, toplumları ayakta tutan bir haslettir.

Yunus şöyle der:

"Bu tevazu, bir ırmak olup aktı,

Belli ki derdi denize varmaktı."

Tevazu, bir ırmak gibidir. Kaynağından güçlü doğar ama asıl amacı kendiyle övünmek değildir; denize kavuşmaktır. İnsan da böyledir. Ne kadar yetenekli, bilgili, güçlü olursa olsun, tevazu ile hakikatin denizine varmadıkça toprağa sızıp kaybolur. Bugün modern dünyanın en büyük krizi belki de tam burada düğümleniyor. Herkesin kendi küçük "pınarı"yla övündüğü, sosyal medyada kendi sahnesini kurup kendi sesine alkış tuttuğu bir çağdayız. Gücünü, bilgisini, servetini sergilemek isteyenlerin yarışına tanık oluyoruz. Herkes bir "gösteri" içinde. Ama bu gösterinin ortasında ruh susuz kalıyor. Çünkü suyun gayesi, kendini vitrine çıkarmak değil, denize varmak. "Ne kadar kuvvetli olsa da pınar,/Varamayıp denize, yere sızar."

Kibir, işte böyle toprağa sızıp kaybolmaktır. Kişi ne kadar zengin, güçlü ya da bilgili olursa olsun, kibir onu kurutur. Çünkü kibir insana hakikati unutturur, insanı insandan uzaklaştırır. Tevazu ise insanı büyütür. Yunus'un dediği gibi: "Tevazuyla varsan meydan senindir,/Cevher senden çıkar, maden senindir." Tevazu, modern zamanlarda sıkça yanlış anlaşılan bir erdemdir. Kimileri onu zayıflık, geri çekilme, suskunluk sanır. Oysa tevazu, tam tersine, güçlü bir duruştur. Tevazu gösteren, kendi değerini bilir, ama bu değeri başkasının üstünde bir taht gibi kurmaz. Tevazu sahibi, kendisini küçültmez; aksine büyüklüğün kibirle değil alçakgönüllülükle ortaya çıktığını bilir. Bugün iş dünyasından siyasete, sanattan gündelik hayatımıza kadar her alanda tevazunun eksikliğini görüyoruz. Bir patronun çalışanına yukarıdan bakışı, bir siyasetçinin halkı küçümseyen üslubu, bir akademisyenin bilgisini tahakküm aracı yapışı… Bunların hepsi kibrin farklı yüzleri. Ve her biri toplumsal güveni, insana duyulan saygıyı ve ortak hayatı çürüten birer zehir.