Bizler aynı mahallenin çocuklarıydık... Aynı muhabbetin farklı renkleri, tonlarıydık. Elbette her şey gibi bu da zamanla değişti. Bugün her şey fazla ama samimiyet ve birliktelik o kadar az ki! Bu da bize futbolun kaybolan cemiyetine dair birkaç not düşürmeyi mecburi kıldı… Aynı toprakta büyüyen, aynı duvarın dibinde misket oynayan, aynı sokakta top koşturan çocuklardık. O günlerde futbol yalnızca bir oyun değil, birlikte olmanın bahanesiydi. Aynı mekânda yan yana maç izler, kazanınca omuz omuza sevinir, kaybedince birbirimize takılırdık. Yenilginin acısı da galibiyetin coşkusu da paylaşılabilirdi, çünkü aramızda bir ortak zemin vardı: aynı sokak, aynı kahkaha, aynı kalp ritmi.
Bugün o ortak zemin yok. Artık kimse aynı masada oturmuyor. Herkes kendi ekranında, kendi yankı odasında, kendi "hakikatinde" yaşıyor. Futbol bile, bir zamanlar bizi birleştiren o oyun, şimdi ayrıştırmanın en kolay aracına dönüştü. Yeni nesil taraftarlık, holiganlığın ötesinde bir şiddet taşıyor: görünmez ama sürekli, siber ama yakıcı bir şiddet.
Artık rakibine takılmak mizah değil, linç sayılıyor. Farklı renge gönül vermek, neredeyse "ihanet" gibi görülüyor.
Bir zamanlar "rakip" dediğimiz insanlar, şimdi "düşman" olarak kodlanıyor. Oysa futbolun güzelliği tam da burada gizli değil mi Farklı renklerin, farklı mizaç ve mahalle kültürlerinin aynı oyuna dâhil olması ve rekabet etmesi. Rakibin olmasa senin varlığının anlamı ne ki Fakat yöneticisinden yorumcusuna, medya mensubundan eski futbolcusuna kadar herkes bu ayrışmayı büyütmek için sanki gizli bir sözleşme yapmış gibi davranıyor. Küçük bir hakem hatası, koca bir nefret kampanyasına dönüşüyor. Bir mağlubiyet, toplumsal bir infialin bahanesi oluyor.
Oysa futbolda en güzel şey, kaybetmeyi de insan gibi yaşayabilmekti. Kendine kızabilmek, "olsun, haftaya yine deneriz" diyebilmekti. Şimdi kimse kaybetmiyor, herkes birini suçluyor. Ve suçladıkça biraz daha yalnızlaşıyor. Bugün herkes kendi odasına haykırıyor; o odanın yankısını dinliyor. Artık ne ortak bir sevinç kaldı ne de ortak bir üzüntü.