Bir Mesele Daha Var

"FatigueYorgunluk

Kalbimi uyuştur her günün tekdüzeliğine,

Gözlerimi mühürle, fazla uzağa bakmayı istemem;

Adımlarımı alçakgönüllü huzurlu düzene çek,

Başımı eğ, bir yıldıza bakmayayım.

Günlerimi işlerle doldur bin sessiz gereksinimle,

Umuda ayıracak tek an bırakmayacak kadar;

Düşüncelerimi sıkıcı çemberlerin içine hapsedip,

Saatlik gerçeklikte yer alan olgularla.

Bana rüyasız bir uyku ver, gecenin gücünden beni kurtar,

(Amy Lowell Çeviri: M. Biten)"

"Zalimlerin yanında olmayın; sonra ateş sizi de yakar. Allah'tan başka dostlarınız olmadığına göre bir yerden yardım da göremezsiniz." (Hûd, 113)

"Zulümden sakınıp kaçınınız. Çünkü zulüm, kıyamet gününde zalime zifiri karanlık olacaktır. Cimrilikten de sakınınız. Çünkü cimrilik sizden önceki ümmetleri helâk etmiş, onları birbirlerinin haksız yere kanlarını dökmeye, haramlarını helâl saymaya sevk etmiştir." (Müslim, Birr 56)

"Kim bir kötülük ve haksızlık görürse onu eliyle düzeltsin; eğer buna gücü yetmiyorsa diliyle düzeltsin; buna da gücü yetmezse kalbiyle buğzetsin..." (Müslim, Îmân, 78)

Pazar

Modern Zamanlarda Yorgun Gönüller

Kentler büyüyor; binalar yükseliyor, yollar uzuyor, kalabalıklar artıyor. Ama insan, o dev gölgelerin arasında küçülüyor. Modern zamanlarda kent insanı, hiç olmadığı kadar yalnız, hiç olmadığı kadar yorgun. Ne geceler bitiyor artık ne sabahlar doğuyor; çünkü insanın içinde bir şey eksiliyor: huzur.

Yorgunluğumuz bedenimizin değil, gönlümüzün yükünden. Çünkü bu çağ, duyguları göstermek yerine saklamayı öğütlüyor. Kırıldığımızda bile "kırıldım" diyemiyoruz. Umutsuzca bekliyoruz sevgiyi, anlayışı, bir ses, bir nefes. Kentte insanlar birbirine çok yakın ama kalpler birbirinden kilometrelerce uzak. Herkes bir şeylere sahip, ama kimse olduğu yerde mutlu değil. Beton duvarlar arasında büyüyen bu sessiz çığlık, kent insanının ruhunu yavaş yavaş törpülüyor.

Modern hayatın getirdiği hız, insanın ruhuna ağır geliyor. Seçmek zorunda kalıyoruz ya kalabalıklar içinde kaybolmayı ya da yalnız kalmayı. Çoğu zaman, "isteseler canımı vereceğim" insanları birer birer hayatımızdan çıkarmak zorunda kalıyoruz. Çünkü kentte yokluklarına üzülmek, varlıklarında yaşanan kırgınlıklardan daha kolay artık. İnsanlar, birbirlerine dokunmadan yaşamayı öğreniyor. Araya giren ekranlar, yapay gülümsemeler ve geçici bağlar arasında gerçek duygular boğuluyor.

"Dur" diyoruz, "bekle" diyoruz, "sabret" diyoruz kendimize. Her gün yeniden Çünkü kentte her şey ilerliyor ama duygular yerinde sayıyor. Umutlarımızı yarına erteleyerek hayatta kalmaya çalışıyoruz. Ve belki de en çok bundan yoruluyoruz. Kalabalıklar içinde tek başına yürümekten, hep güçlü görünmek zorunda olmaktan

Kentin büyüklüğü insanın içindeki boşluğu dolduramıyor. Tam aksine, o boşluk daha da derinleşiyor. Belki de artık ihtiyacımız olan şey, bir mola. Kendimize, duygularımıza, iç sesimize zaman tanımak. Çünkü modern zamanlarda kent insanı en çok kendine yabancılaşıyor. Ve bu yabancılaşma, en büyük yorgunluk sebebi.

Pazartesi

Plak Değil, Ses Olmak

Ya da Uyanışa Çağrı

"Yetmişime bir yaş kala teşhisimi koydular" diyor 399 numaralı hasta. O an, sadece bir hastalığın değil, bir çağın, bir sistemin, bir toplumun da teşhisi konulmuş oluyor. Çünkü bu cümle, bir bireyin yavaşça silinmesini değil, o bireyin bir zamanlar inandığı her şeyin çürümeye başladığını, çürürken de onu içten içe çökerttiğini anlatıyor.

Bugün Türkiye'de ve genel anlamda modern toplumlarda birey, tıpkı bu karakter gibi "sahibinin sesi" olmaya zorlanıyor. Ekranlarda, kürsülerde, sosyal medyada yankılanan düşünceler; özgür iradenin değil, güce yakınlığın ürünü gibi duruyor. Herkesin bir aidiyet zorunluluğu var: ya onun tarafındasın ya da ötekinin. Oysa birey dediğimiz şey, sadece bir cepheye dâhil olmaktan ibaret değildir. Düşünen, sorgulayan, gerektiğinde yanlışa "hayır" diyebilen bir bilinçtir.

Metindeki karakterin "köpek gibi sadıktım, belki ondan ötürü köpek yerine sayıldım" sözleri, bugünün siyasal ilişkilerinde "sadakat" kavramının nasıl bir araç haline geldiğini hatırlatıyor. Liyakatten çok sadakatle yürüyen kurumlar, sorgulamayan bireyler, kör bir itaatle yoğrulmuş sistemler doğuruyor. Bu da toplumsal bir yorgunluğa, bir çeşit duygusal tükenmişliğe yol açıyor.

Gece boyunca gözünü kırpmayan hasta, artık sahibinin değil, vicdanının sesini dinleyerek yeni bir plak dolduruyor. Bu, tam anlamıyla bir metafor: susan kalabalıkların arasından bir sesin yükselmesi. İnanmak istiyor, yeniden başlamak istiyor, ama "müsade etmediler." Bugünün gençleri, aydınları, dürüst kalmaya çalışan bireyleri de benzer bir engellemeyle karşı karşıya. Yeni fikirler yeşermeden bastırılıyor. Eleştiriler hainlikle, farklı düşünceler sapkınlıkla etiketleniyor.

Bu atmosferde toplumun halet-i ruhiyesi, bir çeşit düşük frekanslı hüzünle kuşatılmış durumda. İnsanlar yorulmuş, kabullenmiş, susmuş. Herkes kendi köşesinde uyuyor belki ama içten içe herkesin bir tür "uyanış marşı"na ihtiyacı var. Ancak bu uyanış, öfke dolu bir isyanla değil; vicdanla, bilinçle ve dayanışmayla olmalı.

Haldun Taner'in satırlarında olduğu gibi, "ezilmiş, kandırılmış, okkanın altına gitmiş küçük adamlar" bir gün gerçekten birleşirse, bu uyanış mümkün olabilir. Ama bunun ilk şartı, gözleri kapamamak ve sadece verilen vazifeyi yapmakla yetinmemektir. Birey olmanın, vatandaş olmanın, insan olmanın anlamını yeniden sorgulamak gerekiyor. Bu dünyada safça bir plak olmamak için, sesi yükseltmek, düşünceyi savunmak ve adaleti önce vicdanda kurmak gerek. Gözlerinizi açın. Gerekeni yapın.

Salı

Hegemonya, Kimlik ve Adalet:

Türkiye'de Çözüm Siyasetinin Dönüşen Paradigmaları

Türkiye'de "çözüm süreci" adlandırmasıyla anılan Kürt meselesine dair siyasi girişimler, yalnızca bir azınlık hakkı meselesi değil, aynı zamanda devletin kendini yeniden kurma biçimiyle doğrudan ilişkilidir. Bu nedenle her çözüm girişimi, aslında sadece bir "politik süreç" değil, aynı zamanda bir hegemonya mücadelesidir. Son dönemde kamuoyuna yansıyan görüşmeler ve söylemsel manevralar, devletin Kürt meselesini yeniden tanımlamaya hazırlandığını gösteriyor. Ancak bu hazırlık, adalete dayalı bir paradigma değişimi mi, yoksa eski devlet aklının yeni taktiklerle sürdürülmesi mi, bu henüz net değil.

Bu sorunun etrafında şekillenen en önemli kuramsal çerçeve, devletin krizidir. Antonio Gramsci'nin kavramsallaştırdığı biçimiyle hegemonik bir düzenin krize girmesi, yalnızca toplumsal rızanın çözülmesiyle değil, aynı zamanda alternatif hegemonya projelerinin güç kazanmasıyla mümkündür. Türkiye'de ise, hem ulus-devlet formunun kimlik üretim mekanizmaları hem de neoliberal güvenlik politikaları, Kürt meselesini çözüm değil, idare edilecek bir sorun olarak kurgulamaktadır.