İslam tarihi boyunca dinî bilgisini dünyevî menfaat uğruna kullanan pek çok zavallı insan çıkmıştır. Mesela ilmiye sınıfından özellikle resmî makam ve mevkilere talip olan, bu uğurda çok lüzumsuz tartışmalara, yarışlara ve kavgalara girenler olmuştur. Yine bu sınıf içinden halkın beğenisini, takdirini toplama ve böylece popülaritesini artırma amacıyla dinî ve millî konularda belirli bir ajanda çerçevesinde fikirlerini açıklayanlar çıkmıştır. İlmini dünya menfaati için kullanmaktan haya eden hakikî ilim adamları ise bu tür kimselerin farkında olmuş, bunlardan uzak durmuş ve yanlışlıklarını ellerinden geldiğince dile getirmişlerdir. Lakin bunu yaparken, "Lâ rahbâniyyete fi'l-İslâm (İslam'da rahbâniyet yoktur)" sözünü delil getirerek "İslam'da ruhban sınıfı yoktur; din adamı yoktur." gibi söylemlere tenezzül etmemişlerdir. İki hafta önceki yazımızda vurguladığımız gibi, hadis olarak zikredilen ama manası hadislerle uyumlu olsa da lafzen hadis olmayan "Lâ rahbâniyyete fi'l-İslâm (İslam'da rahbâniyet yoktur)" sözünün bağlamı, İslam'da din adamı sınıfının olup olmadığı, ulemâ otoritesinin doğru olup olmadığı meselesi değildir. Bu sözün zikredildiği tüm klasik kaynaklardaki tartışmanın bağlamı, İslâm'a göre hayattan el etek çekip, evlenmeyip ağır riyazetler yaparak dağlara, mağaralara ve manastır benzeri mekanlara çekilmek suretiyle toplumdan tamamen tecrit edilmiş bir şekilde yaşamanın doğru olmadığı konusudur. Biraz detay olacak belki ama Reşîd Rızâ'nın (ö. 1935) "el-Menâr" ismiyle meşhur olan tefsirinde mezkûr söz, belki modern kullanımıyla "İslam'da ruhbanlık/din adamı sınıfı yoktur." anlamında kullanılmış olabilir diye bu eseri taradık ancak tespit edebildiğimiz kadarıyla Reşîd Rızâ'nın "Lâ rahbâniyyete fi'l-İslâm" ifadesini sadece Tevbe Suresi'nin 112. âyetinde kullandığını gördük. Buradaki bağlam da klasik eserlerdeki bağlamla aynıdır. (Bk. Tefsîru'l-Menâr, Dâru'l-Marife, XI/54). Yani Reşîd Rızâ dahi bu sözü "İslam'da ruhbanlık/din adamlığı yoktur." anlamında kullanmamıştır.
Tasavvuf tarihine bakıldığında da cahil halk kesimini birtakım sahtekarlıklarla etkilemeye çalışan kendisi için veli, mehdi, kutub, gavs vs. gibi vasıfları kullan(dır)an nice sahte şeyhler çıkmıştır. Bizzat sûfîler, bunlardan kendi kitaplarında yakınmışlar ve bu gibi sahte şeyhler hakkında dikkatli olunması gerektiğini tavsiye etmişlerdir. Hemen her hacimli tasavvuf klasiğinde bu tür eleştiri ve uyarılara rastlamak mümkündür. Ancak bu kaynaklarda da "İslâm'da rahbâniyet yoktur." dolayısıyla "İslam'da din adamı yoktur." şeklinde bir söyleme rastlamak mümkün değildir. Bu sözün, "İslam'da din adamı yoktur." anlamında kullanılması, tamamen modern bir şeydir. Tespit edebildiğimiz kadarıyla bu bağlamda kullanan ilk kişi, merhum Elmalılı Hamdi Efendi'dir. Elmalılı'dan önce Ahmet Cevdet Paşa, gemi seyahatinde karşılaştığı Fransa'nın Osmanlı büyükelçisi ile konuşurken "Batı'daki gibi din adamı sınıfı (clergy) bizde yoktur." kanaatini dile getirmiştir. Ancak bu kanaatini detaylı bir şekilde serdederken "İslâm'da rahbâniyet yoktur." sözünü zikretmemiştir. (Ahmet Cevdet Paşa ve Elmalılı Hamdi Efendi'nin konuyla ilgili yazıları için bk. İsmail Kara, Müslüman Kalarak Avrupalı Olmak, s. 104-113).
İslam'da din adamının olup olmadığına dair tartışmaların ve "İslam'da din adamı/ruhban sınıfı yoktur." söyleminin, Ahmet Cevdet Paşa ile başladığını, bilâhare bu tartışmanın "lâ rahbâniyyete fi'l-İslâm (İslam'da rahbâniyet yoktur.)" ifadesine yapılan atıflarla şu dönemlerde yoğunlaştığını görüyoruz: II. Meşrutiyet döneminde, Cumhuriyet döneminde imam-hatip okullarıyla ilgili tartışmalarının yaşandığı zamanlarda (özellikle 1960'larda ve 28 Şubat sürecinde), 15 Temmuz FETÖ darbe teşebbüsü sonrasında, sekülerleşmenin arttığı ve kurumsal dindarlığın zayıflamaya yüz tuttuğu son yıllarda. Bu tartışmanın neden bu dönemlerde yoğunlaştığını ise müstakil bir yazıda ele almak gerekir.
"Peki, ne oldu da 19. asrın sonlarından itibaren gittikçe artan bir dozda İslam'da din adamlığının ve ruhbanlığın olmadığı tartışılmaya başlandı" sorusunu şöyle cevaplayabiliriz: İslam ülkeleri, Batı karşısında mağlup olunca bu mağlubiyetin sebepleri iyi veya kötü niyetle araştırılmaya çalışıldı. Osmanlı, Mısır ve Hindistan'dan Batı'ya tahsil için gidenler başta olmak üzere İslam dünyasının entelektüellerinin çok büyük bir kısmı, yenilginin faturasını dine çıkardılar. Kimi, dini tamamen terk etmek gerektiği kanaatine vardı kimi de Protestanlara özenerek özellikle ulemâ ve meşâyıhı hedef aldı. İlmiye sınıfı içinden de ulemâyı hafif ya da sert bir biçimde eleştirenler çıktı. Batı toplumları, kendilerine asırlarca zulüm etmiş olan din adamlarından kurtulmak için epey mücadele verdi. Onlardan kurtulmaları, maddî manada Batı'nın lehine oldu. Bunu gören İslam dünyasının entelektüellerinin çoğu, kendi toplumlarındaki din adamlarından da kurtulmak gerektiği kanaatine vardı. İşte "İslam'da ruhbanlık/din adamı sınıfı yoktur." söylemi böyle bir süreçte ortaya çıkmış oldu.

4