Bazı konular etrafındaki tartışmalar, göründüğü kadar masum değildir; zâhirde salt ilmî-akademik bir tartışma gibi görünebilir ama işin iç yüzü incelendiğinde saf bir niyetle ve ilmî bir yaklaşımla ulaştığınız sonuç, hiç de iyi niyetli olmayan ve ilmî-akademik incelemenin sonucunu hiç önemsemeyen fakat mevzuyla alakalı siyasî, iktisâdî ya da ictimâî ya da şahsî menfaatleri olan bazı devletlerin, yapıların, grupların veya insanların ekmeğine yağ sürebilir. İslam'da din adamının ya da ruhbanlığın olup olmadığına dair yapılan tartışmalar da biraz böyledir. Meseleye dair tartışmaların tarihî sürecine bakıldığında bunu görmek mümkündür. Biz, bugünkü yazımızda "saf bir niyet"le meseleyi ilmî-akademik bir açıdan ele almaya çalışacağız. Bir sonraki yazıda ise bu mesele hakkındaki tartışmaların konjonktürel arka planına ve bizi -farkında olmadan- nereye götürdüğüne/götürebileceğine dair bir çözümleme yapacağız.
"İslam'da din adamı var mıdır" sorusuna "evet" diye de "hayır" diye de cevap vermek mümkündür. Bu soruya "evet" diyen de "hayır" diyen de aynı anda doğru bir cevap vermiş olabilir. Birinin, "evet" diyerek kabul ettiği şey ile, diğerinin "hayır" diyerek reddettiği şey farklı olabilir. Çünkü zihinlerde "din adamı" kavramı farklı olabilir. Öyle olunca da bu sorudan herkesin anladığı şey, aynı olmayabilir. Bu soruya verilecek cevabı belirleyecek olan, "din adamı" ifadesiyle neyin kastedildiğidir. O hâlde biz, öncelikle bu ifade üzerinde biraz duralım ve sorduğumuz soruyu netleştirelim ki cevabımız da net olsun.
Yeryüzünde mevcut dinlere bakıldığında umumiyetle şöyle bir manzarayla karşılaşılır: Dinin bir kurucusu olur. O kurucu, hayattayken az ya da çok ona iman edip destek olanlar çıkar. Vefatından sonra da onun öğretisine inanan müminler bu öğretiyi devam ettirmek ister. Bu öğretiyi yayma konusunda bilgi ve yaşantılarıyla ön plana çıkanlar olur. Eğer "din adamı"ndan kasıt, "bir dini geleneğe uygun bir şekilde detaylıca öğrenip gereğince yaşamaya ve öğretip yaymaya çalışan; toplu ibadetlerin eda edilmesi ve mabetlerin gayesine uygun kullanımı gibi din hizmetlerine önderlik eden kişi" ise "Evet; İslam'da din adamı vardır." denilebilir. Bir de pek çok dinde "maddî-manevî imtiyazları olan bir sınıf" olarak din adamları vardır. Bunlar, Tanrı adına hüküm verir, müstakil bir yapılanmaları vardır ve hükümleri tartışılmazdır. Yanılmazlık vasfına sahiptirler ve adeta Tanrı'nın temsilcisi gibidirler. Eğer "din adamı"ndan kasıt buysa, "Hayır; İslam'da böyle bir din adamı sınıfı kesinlikle yoktur." demek gerekir. Öte yandan, seküler bir yaklaşımla siyaset ve ticaret gibi dünya işleriyle meşgul olan insanları "dünya adamı", onun karşısında bu alanlarla ilgilenmeyip mabede çekilerek yalnızca dinle ilgilenenleri de "din adamı" olarak ayırma söz konusu ise, "İslam'da böyle bir ayırım olamaz. Her mümin hem dünya hem de din adamıdır." demek uygun olur.
Kur'ân-ı Kerim'de, Yahudi din adamlarından "ahbâr" ve "rabbâniyyûn"; Hristiyan din adamlarından da "ruhbân" ve "kıssîs" gibi kelimelerle bahsedilir. Çoğunlukla da bunların konumları ve tutumları eleştirilir. Kur'an, Müslümanlara bunların konumuna denk gelebilecek bir "din adamı sınıfı" önermemiştir. Önermek bir tarafa, bu tür özel imtiyazları olan, dilediğini helal dilediğini haram kılıp Allah adına hüküm veren din adamlığı müessesesi kesin bir şekilde reddedilmiştir. Hatta bu tür aşırı yetkilerle donatılmış din adamlarına tabi olmayı, onları "rab edinmek" olarak nitelemiş ve böyle bir anlayışın tehvid inancına aykırı olduğunu vurgulamıştır. (Bk. Tevbe 9/31). Ayrıca Tevrat'taki hükümleri diledikleri şekilde yorumlayıp tahrif eden Yahudi din adamlarını da çok net bir şekilde eleştirmiştir. (Bk. Bakara 2/75, Nisâ 4/46, Mâide 5/13-41). Yine geçmiş milletlerden ve Ehl-i Kitap'tan bazı örnekler vererek ilmiyle amel etmeyen din adamlarını da çok ağır ifadelerle yermiştir. (Bk. A'râf 7/176). Kur'an, peygamberlerin dahi yapıp ettiklerinden sorguya çekileceklerini bildirerek hiçbir kimsenin imtihandan muaf tutulmadığının altını çizmiştir. (Bk. A'râf 7/6).
Buna mukabil Kur'an, din hakkında ilim sahibi olanlar (ulu'l-ilm), kendilerine dinî bilgi verilenler (ûtu'l-ilim), âlimler (ulemâ), ilimde derinleşenler (râsihûne fi'l-ilim), dinde derin bilgi sahibi olanlar (li yetefekkahû fi'd-dîn) ve "istinbat etme/isabetli hüküm çıkarma yeteneği olanlar" (alimehû ellezîne yestenbitûne minhum) gibi tabirlerle İslam hakkında derin bilgi sahibi olup ilmiyle amel eden kimselerden övgüyle söz etmiştir. Bunun yanı sıra peygamberlerin dışında da Allah'ın doğrudan ilim verdiği (ilm-i ledünne mazhar olan) kimseler olabileceğine de işaret edilmiştir. (Bk. Kehf 18/65).
Resûl-i Ekrem (sav) de pek çok hadisinde Kur'an'ın yerdiği özelliklere sahip olan Ehl-i Kitap din adamlarını yermiştir. İslam'ı öğrenip öğretmek yaşayıp yaşatmak için hiyerarşik bir din adamı sınıfı oluşturmamıştır ancak ilmiyle amel eden âlimleri "peygamberlerin vârisleri" (Buhârî ve Tirmizî) olarak tavsif ederek kendisine yüklenen nübüvvet vazifesinin sorumluluklarını kendisinden sonra gelecek olan ulemaya emanet etmiştir. İslam'a has dinî ilimleri öğrenip öğretmenin ve âlimlerin faziletine dair pek çok hadis-i şerif mevcuttur. Ayrıca zühd ve takvanın önemine ve bu hasletlere sahip olanların faziletlerine dair de pek çok hadis-i şerif mevcuttur. "Allah'ın veli kulları, görüldüklerinde Allah'ı hatırlatan kimselerdir." (İbn Mâce) ve "Kur'an ehli, Allah'ın ehlidir." (Nesâî, İbn Mâce, Ahmed b. Hanbel) gibi hadisler de kendilerine "evliyâ" veya "ehlullah" denilebilecek özel bir mümin türü olduğuna işaret etmektedir.
Sahâbe-i kirâm efendilerimizin din hakkındaki bilgi ve idrak seviyeleri doğal olarak farklıydı. Efendimiz'in (sav) mescidinde yaşayan ve sayıları yüzlerce olan "ashâb-ı suffe" Hz. Peygamber'in (sav) devamlı talebeleri konumundaydılar. Mescid-i nebi onlar için bir medrese ve tekke gibiydi. Hâliyle onların din hakkındaki bilgileri, kavrayış ve idrak seviyeleri diğer sahâbîlerin fevkindeydi ve bu sebeple başkalarına dini öğretmek söz konusu olduğunda onlar ön plana çıkıyordu.

3