Türklerle Kürtlerin saadeti yekvücut olmakta

Tâ Abbasiler zamanında başlayan ve en az bin senedir devam edegelen Türklerle Kürtlerin vatandaşlığı ve kardeşliği, inanıyoruz ki kıyâmete yakın bir zamana kadar da devam edip gidecek.

Bu iki unsuru birbirine kırdırarak düşman etmek için son yüz yılda hemen her şey yapıldı. Şükür ki, yine de başarılı olunamadı.

Esasen, Türkler ile Kürtleri ayırmak için dünyanın süper güçleri toplanıp ittifakla çalışsalar, yine de bunda muvaffak olamayacaklarına inanıyoruz. Hem, nasıl ayırabilirler ki Doğudan batıya milyonlarca evlilik yapmış ve yapmaktalar. Dostluk, komşuluk, iş ve mesai arkadaşlığı kesintisiz devam ediyor. Bütün bunları ayırmaya kimse güç-kuvvet yetiremez ki...

Ecnebi müfsitlerin yaptığı ve yapacakları tek şey, bu iki kardeş unsuru türlü bahane ve yara kaşıyıcılığı yapmakla birbirine kırdırmak, onları adeta "düşman kardeşler" haline getirmeye çalışmaktan ibaret.

Kardeşleri birbiriyle çatıştırıp kırdırma ateşine odun taşıyanların içinde, maalesef hem Türkçülük, hem de Kürtçülük yapanlar var. Tabii, bilerek yahut bilmeyerek ecnebilerin âleti oluyorlar. Bir kısmı da gafilâne-cahilâne gidiyor. Irkçılık marazı onların dengesini bozmuştur. İşinin sonunu hesaplamadan patavatsızca hareket ediyorlar. Ufukları dar, muhakemeleri kıttır.

Esasen, ırkçılık manasında milliyetçilik davası güdenlerin çoğu ya geri zekâlıdır, yahut da zekâ geriliğine müptela oluyorlar. Aklı başında olanlar, fikir ve hareketlerini o gafillerin muzır sloganlarına bina etmez.

Yakın tarihte karşılıklı olarak yapılan hatalara objektif bir nazarla baktığımızda şunu görüyoruz: Bundan 99 yıl evvel Anadolu'nun doğusunda Şeyh Said Hadisesi yaşandı. Bu kanlı hadisenin arka planında, şüphesiz ki Türklerle Kürtleri birbirine düşman etme fitnesi yatıyordu. Teessüfler olsun ki, bu münâfıkane fitne planında bir ölçüde başarılı olundu.

Şeyh Said ve arkadaşları yakalanıp İstiklâl Mahkemesinde idam talebiyle yargılandığı günlerde, Van'da münzevî bir hayat sürmekte olan Bediüzzaman Said Nursî de oradan alınıp ihtiyaten Garbî Anadolu'ya sevk (sürgün) edildi. Jandarmalar kendisini almaya geldiklerinde, bölge halkı ve ileri gelenleri buna mani olmak istemiş, hatta bir kısmı yollara dökülüp demişler ki: "Aman Efendi Hazretleri, bizi bırakıp gitme. Müsaade buyur, sizi göndermeyelim. Arzu ederseniz Arabistan'a götürelim."

Buna benzer sözlerle yalvaran zatlara, ahaliye ve silâhlı gruplara teskin edici nasihatlerde bulunan Üstad Bediüzzaman ise "Ben Anadolu'ya gideceğim, onları istiyorum" diyerek, kaderin sevk-i İlahisiyle yoluna devam etmiştir. (Tarihçei Hayat: 136)

"Ben kaderin mahkumuyum" diyen Bediüzzaman Hazretleri, bir müddet Burdur ve Isparta'da bekletildikten sonra ücrâ bir köye, Barla'ya nefyedilir. Ne var ki, burada da rahat bırakılmaz. Müslüman Türk gençlerinin etrafında pervane olduğunu fark eden dessas münafıklar, derhal harekete geçer ve dehşetli propagandalarla karalamaya başlarlar. (Bunlar, aynı zamanda Şeyh Said hadisesinin arka planında fitne kaynatan gizli İslamiyet düşmanlarıdır.)